Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı
“Yaşamak
halk olmak, doğa olmak demektir. Yaşamak halkın ve doğanın sonsuzluğunda
yaşamaktır. Bir sınıfın sınırında yaşamak insanı zenginleştirmez,
fukaralaştırır. Bir öykünücüler içindeysen o temelsiz, ne idüğü
belirsizlerdensen iyice fakirleşmişsin demektir. Yenilik arıyorlar birde,
yeniliğe halkın ve doğanın sonsuzluğunda varılır,” diyen büyük ustanın bu
sözleri belki de onun yaşamının, dünyaya bakışının özetidir.
Yaşar
Kemal, halka inelim, halka gidelim diyen ve İstanbul Türkçesini merkeze koyan
Cumhuriyet aydınlarından çok başka bir yerde durur, Türkçenin tüm şivelerine
eşit mesafededir, hepsini zenginlik sayar. Halkın seviyesine inelim diyenler, halka
tepeden bakıp üstün olduklarını, beyinlerinin kıvrımlarındaki kibri de açık
ederler, kendilerini her şeyin merkezine koyarlar, niyetlerini örtük
dillendirseler de. Bu söylem erken dönem Cumhuriyet aydınının zihinsel
dünyasını ele verir. Ancak her şeye rağmen onların en azından halka inmek,
halka gitmek diye bir dertleri vardır. Ya şimdi, insan, doğa diye bir derdi
olmayan, sanatı, edebiyatı sadece bir tüketim nesnesine dönüştüren egemenlere,
sömürge tipi aydınlara ne demeli…
Oysa
Yaşar Kemal, eski, bir takım yeni Cumhuriyet aydınlarının tam tersine
elitlerden değil, halkın içinden çıkmış, sürünerek, tırmalayarak zirveye
ulaşmış derdi olan bir aydındır. Gücünü halkından, toprağından alır. Bu
kültürden, yaşadığı coğrafyadan dolayıdır ki, doğa ve insan ile birebir,
doğrudan ilişki halindedir, bu yanıyla yalın olduğu için tüm ilişkilerinde de
yalındır, aracısızdır. Söyleyeceğini doğrudan, dolambaçlı yollara sapmadan
söyler, dobradır, bu yüzden çoğunlukla sistemle ters düşer.
Sanat,
sınırsız özgürlüğü, ideolojik, siyasi veya dinsel doğmalardan arınmışlığı temel
almaz mı? İnsan veya doğadaki şeyleri sanatçının süzgecinden geçirip imgelerle
tekrar insanlara sunmak ise sanat, elbette ki, sanatçının ilkesi sanatın
kuralları olacaktır, başka şeylerin değil. Bunu usta şöyle ifade eder:
“Sanat
yalan söylemez, sanat öykünmez. Çırak ustasına öykünür, ama her gerçek,
katıksız sanat bir kişiliktir. Sanattaki büyü yaşamın büyüsüdür. Sanatın
sevinci, sanatın horlanması, sanatın saçmalığı hayatın saçmalığıdır. Sanatın
büyüsüne hayatın gerçekliğinden gidilir, gizine varılır. Sanat, doğanın eylemi,
büyüsü, şiiri içinde onunla birlik olan sanattır. Eksilten değil, ekleyen,
besleyen, katandır. Hayatın gerçekleri sanata dinamizm getirir.”
Biz
biliyoruz ki, insandan, doğadan kopuk yaşayan, kentlere sıkışmış, hayatı sadece
tüketim üzerine kurgula(n)mış bireyin sanat üretimi de yaşadığı tarza denk
düşer ki, sanat ve hayat adına felakettir. İnsana düşünsel anlamda bir şey
katmadığı gibi, onu daha beter bağımlı kılar, köleleştirir. Hele hele birde
varılan noktaya kendi iç dinamikleri ile varılmamışsa… Kendine sunulan nesnelerin
esiri olanlar aynı zamanda o nesnelerin üreticilerine kul köle oluyor, onlara
öykünmüyorlar mı? Kendisi olamamış bireylerin, toplumların hazin sonu… Muasır
medeniyetler seviyesine ulaşma ülküsü Cumhuriyetin temel ideolojik argümanıydı.
Bu ülküye kendi iç dinamikleri ile ulaşamayınca ithal etme yoluna girmiş,
burada kaba bir öykünmeci duruma düşmüş, öncülleri Tanzimatçıları bile çok
geride bırakmıştı Cumhuriyetin sahipleri. Bu noktada büyük usta bunları şöyle
tanımlar:
“Öykünücüsü
olduğu dünya bezirgânları memleketlerinde ne kotarıp pişiriyorlarsa
bizimkilerde burada onun minyatürünü kotarıp pişirirler. Tıpkı küçücük bir
maymun gibi… Kendi halkını, asıl kaynağını, halkının kültürünü, bilimini küçük
görürler, onu yok sayarlar.”
Böyle
bir yapının, böyle yozlaşmış bir sınıfın altında inleyen birçok milletin çoktan
çökeceğini belirten usta Türk kültürünün çok eski, çok sağlam ve derin olduğu
için hala ayakta kalabildiğini söyler, o yereli de evrenseli de yadsımaz:
“Bir
evrensel kültür vardır, birde yerel kültür. Yerel kültür olmadan hiçbir şey
yapamazsın, üzerine sağlam basmalısın, bunun üzerine bir miktar evrensel kültür
eklemek yerel kültürü zenginleştirir.”
Kendinden
daha güçlü olan karşısında el pençe divan duran, daha zayıf gördüğünü ezmeye
kalkışan patalojik kişilikler gibi böylesi bir sınıfın devleti insana,
halklara, doğaya yapmadığı eziyeti bırakmıyor, birde bunu marifet sayıyor. Her
şeye rağmen ayakta kalan bu kültürün sağlamlığının kaynağına inerek toplumun ya
da bireyin bu birikime nasıl ulaştığı sorunsalını yaşamla ilişkisine, tarihten
gelen köklerine, gelişmişliğine bağlar o.
“İnsanın
büyüklüğü, zenginliği çok yaşamasında, çok tanımasında, çok sevebilmesindedir.
Bir sanatçı doğayla, insanla ne kadar haşır neşir olur, onu ne kadar
derinliğine yaşar, tanırsa yapıtı da o kadar gerçek, o kadar büyülü o kadar
sağlam ve büyük olur,” diyen Usta bunu şöyle daha da derinleştirir:
“İnsanın
ihtiyaçları nasıl yaşamla bağlantılıysa bilimin, zihni çalışmanın ihtiyaçları
da yaşamla bağlantılıdır. Her şey doğanın insanın gelişmesi ile bağlantılıdır.
İşte böylece sanat, sezgisi ile bizi biraz daha ileri bir yere ulaştırır. Sanat
insanlığın sabah olurken ki halidir. Gücünün bir kısmını buradan alır.”
“Sanat
insanlığın sabah olurken ki halidir.” derken büyük Usta insanın karanlık yönüne
dikkat çekmiyor mu? İyiliği de, kötülüğü de içinde barındıran insan türünün
karanlık çağlardan kalma ilkel, barbar yanının ancak sanatla daha iyiye, güzele
gideceğini göstermiyor mu? Kısacık cümle ile her şeyi ne güzel özetliyor. Sanat,
insanı insan yapan, onu güzelleştiren, sevgiyi, yaşama sevincini, dostluğu
pekiştiren özelliği ile aydınlık bir dünya sermiyor mu önümüze.
İnsana
bir şey katmayan, onun gelişimine katkı koymayan, sadece eğlencelik olarak
dayatılan, aynı zamanda ekonomik bir kazanç kapısına dönüştürülen uğraşıyı
sanat adına yaptıklarını söyleyenlere ne güzel cevap! Teknolojinin insanı
tüketen, onu doğasından koparan yani insanı insanlıktan çıkaran, sadece bir
makineye dönüştüren burjuva uygarlığı, son tahlilde insanın düşünce dünyasını
da kendine benzetiyor, beynini zehirliyor, köreltiyor, donduruyor. Tüm bu
bireyi yozlaştıran, çürüten ilişkilere karşı sanatın büyüsüne ulaşmak için
izlediği yolu şöyle tanımlar Usta:
“Sanatın
büyüsüne hayattan, hayatın gerçeğinden, yaşamından gidilir. Büyü soyut, kendi
kendine var olan bir şey değildir. Doğanın deviniminde ve hayatın eyleminde
vardır. İnsan kafası büyüyü gerçeği işleyerek, gerçeğin derinine inerek, dört
bir yönünü arayarak yoklayarak varır. Sanatın büyüsü gerçekten gidilmedikçe
yaratılamaz. Sanat büyüyü, şiiri, doğayı, yaşamı etkili hale getirir.”
Bu
noktada sanatın niçin yapıldığı, buna ilişkin kategoriler oluşturulması onun
için önemli değildir. Bir dönem uzun, ciddi tartışmalara neden olmuş bir konuda
onun tarzı çok nettir. O böyle bir ayrımı saçma bulur;
“Sanat
sanat için mi hayat için mi, saçma… hayat hayat için mi, sanat için mi diye
neden sormuyorlar. Sanat yaşamın bir yönü hayatın içinde oluşan bir varlıktır.”
İnsan
ve doğa için sanat yaptığını söyleyen büyük usta niçin yazıyorsun diyenlere
şöyle cevap verir:
“Bana
soruyorlar, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem diyorum, bilsem de söyleyemem.
Bir şey biliyor, daha doğrusu sanıyorsam, destancılar soyundan geldiğimdir.
Gençliğimde destan anlatmayı denedim.”
Zaten
bir romancının eserleri niçin yazdığının cevabını içinde barındırmıyor mu? Onun
amacı insan gizemine varmaya çalışmaktır. Düş gücü çok gelişkindir, sürekli
sonsuz düşler kurar. Bu konuda tavizsizdir:
“Düş
gücünü yitiren insanın umudu olur mu?” der.
Bu makale için ayrıca;
http://www.izmirizmir.net/bilesenler/forum/baslik.php?baslik_no=3957
http://emeginsanati.blogspot.com/2014/11/emegin-sanati-e-dergi-15-kasim-2014.html
Yorumlar
Yorum Gönder