Son Gün
39 yıl önce 39 yaşında öldürülen Adana TİP İl Başkanı, Avukat, Şair Ceyhun Can ağabeyin anısına...
Kapıdan başımı uzattığım zaman onları gördüm, içim sevinçle
doldu. Masanın önünde oturan Halit elindeki dergiyi karıştırıyordu, başını
önüne eğmiş, kulak kesilmiş bir halde. O masanın öbür yanındaydı, boynunu öne
doğru uzatmıştı, bir şeyler anlatıyordu. Karşı pencereden giren tatlı esinti
tülü havalandırıyor, egzoz homurtularını, sokağın gürültüsünü içeri
dolduruyordu öğlenin bu saatinde. Adımlarımı atarken başımı salladım.
Kurşun düşüyor beynime şimdi
İri bir çiçek açıyor başımda kanım
Kör bir kurşun işliyor kanımı şimdi
Ceyhun Can
“Merhabalar!”
Hafifçe başını kaldırdı.
“Merhaba!”
Gözlerini kıstı, dudaklarında bir tebessüm oluştu. Saygıyla tekrar başımı salladım. Halit ayağa kalktı, elini uzattı, gülüyordu.
“Merhaba!” dedi, “kaçak gelmiş, neredesin?”
Hiç konuşmadım, sadece güldüm. Birkaç adım attığım
zaman masanın önündeki koltuğa ulaştım. Halit elimi tuttu.
“Ne haber?”
Tokalaştık, yanaklarından öptüm. Koltuğu gösterdi.
“Gel şöyle!”
O gülüyordu, ayağa kalktı, masanın öbür tarafından elini
uzatırken,
“Hoş geldin!” dedi.
“Hoş bulduk abi!”
Başını kaldırdı.
“Ne haber, nasılsın?”
Utangaç, sıkılgan halimle oldum olası ilk girdiğim
ortamlarda hayli rahatsız olurdum açılmaya çalışsam bile. Bunu iyi bildiğinden
olacak, daha sıcak davranırdı. O başkaydı, buradaki herkesten farklıydı, hem de
ne çok. İnsana güven veren bir yanı vardı; sevimli, alçakgönüllü halleriyle
beni rahatlatırdı, gönlü zengindi, ne çok severim onu.
“Sağ ol abi, iyiyim!” dedim, “senden ne haber!”
Koltuğa otururken ben de karşısına çöktüm. Başını kaldırdı,
masanın üzerine doğru kolunu uzatıp avucunu açtı, elini burgu gibi döndürürken
koluyla küçük bir yay çizdi. Boynunu büktü, göz kırpıp sevgi dolu gözlerle
bakmaya devam ederken,
“Sağ ol, iyiyim,” dedi.
Bu hallerini görünce içime daha bir sevgi seli
yayılırdı her zaman. Büyük, küçük demeden herkese aynı davranışı, tepeden
bakmayan gönlüyle adeta beni fetheder, gözümde daha bir yücelirdi. Güngörmüş
halinden miydi, yoksa doğal hali miydi onu böyle yapan, ne hoş bir insandı.
Halit’e döndü.
“İşte böyle,” dediğinde gülüyordu.
Halit,
“Tamam, öyle olsun abi,” diye karşılık verdi.
Hoş beş derken tekrar kaldıkları yerden devam etmeye
başladıkları zaman kendimi koyu bir sohbetin ortasında buldum. Gelmekle ne iyi
etmişim. Bu insanları görmeyeli epey zaman geçmişti, özlemiştim. Mahcup halimle
eskisi kadar ürkek, çekingen değildim. Bu duyguları NATO karşıtı kampanyadan
sonra bir parça olsun atabildim, o zaman çoğu insanın tavrı da epeyce değişti
bana karşı. O günü düşündüğüm zaman içim hep sevinçle dolar, hırçın dalgalar
gibi kabaran kabına sığmaz, asi, iç dünyam biraz olsun huzur bulur.
Geçen yıldı. Ne güzel bir gündü, sanki zincirlerimi kırmıştım.
Halit, gelir misin, İncirlik’e gidiyoruz, dediğinde tabi diye karşılık
vermiştim tereddütsüz. Partide buluştuktan sonra hep beraber yola çıktık. Her
iki tarafında dört beş katlı bitişik binaların, üst üste işyerlerinin bulunduğu
caddeden, Küçük Saat’in arka sokaklarından yürüyüp Büyük Saat kulesinin önünden
geçtik.
Maceralı bir gündü, aksilikler daha yolda başladı,
asıl eylemi kazasız belasız bitirmek için gayet temkinli davrandık. Büyük
postaneyi geçtikten sonra dolmuş durağında bekleyen grubu izlerken, ‘Dikkat,
Maocular, bir şey yapmazlarsa yolumuza devam ediyoruz,’ dedi bir arkadaş. Her
iki tarafta tetikte, tedirgin bakışlarla kesişirken yola devam ettiğimiz sırada
karşı gruptaki yakın arkadaşımın, ‘Ne işin var onların arasında,’ diyen şaşkın
bakışları ile göz göze geldim. Sataşma olmayınca derin bir nefes aldık,
sevecen, barışçıl halimizle yola devam ettik.
Cadde boyunca çoğunlukla 1950’li yıllardan kalma, çapraşık
bir kaplumbağayı andıran, içerisi berbat derecede sigara kokan, yırtık pırtık
koltukları, bitirim şoförleri ile yolcu taşıyan dolmuşlar ya da sayıları her
geçen gün artan yeni otomobiller, eli kırbaçlı adamların idare ettiği
arabaların, olur olmaz yerde yola işeyen veya sıçan atlarını ürkütüyordu. O
caddeler ne çok sidik kokar öyle.
Her zamanki gibi kimi insanlar kaldırımdan yürüyordu,
kimileri ise umarsızca yol ortasından. Onlar ki, kızınca din, Allah, kitap
küfreder, ana, avrat küfredildiğinde çileden çıkar, bu durumda elinden geleni
ardına koymazdı. Şalvar ile ince, uzun burunlu kundura giyen, eli tespihli,
yakası bağrı açık berduşlarla işsiz, ırgat, maraba, seyyar satıcı, esnaf, öğrenci,
öğretmen, işçi, resmi ya da sivil polislik yapan Türk, Arap, Kürt ya da
Süryaniler gündelik telaş içerisinde koşuşturuyordu. O patırtı arasında
özellikle işsiz, güçsüz insanların ilgilendiği, kaset satan seyyar satıcının
teybinden, ‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım,’ diye avaz avaz bağıran, hepimizi
daha da sinirlendiren Ferdi Tayfur’un ağlamaklı sesi yükseliyordu.
Vilayet durağından otobüse binip İncirlik’e gittik. Kovboy
filmlerindeki çarşıları andırıyordu indiğimiz yer. Cadde boyunca bazıları bozuk
bir İngilizceyle, çok azı Türkçe yazılmış tabelaları olan dükkânlar vardı. Tüm
varlığını bu üsse borçlu olan çarşı esnafının kuşkulu bakışlarına aldırmadan
tarlalara doğru uzayıp giden yoldan yürüdük.
En sonunda karşımızdaydı, tel örgüler boyunca sıra
sıra dizili gözetleme kulelerinde eli silahlı askerler nöbet tutuyordu. İç
taraftaki yol, kuleleri birbirine bağlıyordu, hani tasmalı kurt köpekleri ile
silahlı askerlerin sürekli devriye gezdiği o yol. Epey uzakta savaş uçakları ve
hangarlar vardı.
Tarlaları bıçak gibi kesen, güzelim ovanın ortasına hançer
gibi saplanmış bu üssün tel örgülerinin yanında toplandığımız zaman kulübedeki
asker hemen hareketlendi. Hepimizin gözaltına alınmasına fırsat vermemek için
işimizi çabuk bitirmemiz gerekiyordu. Elimizde pankart sopası bile yoktu,
sonuçta barışçıl gösteri ile üssün varlığını protesto eden kırk, elli kişilik
bir gruptuk. NATO’nun ileri karakolunun koruma sistemine karşı o yalın
halimizle ne yapabilirdik ki.
Bir arkadaş sözü fazla uzatmadan partinin eylemle
ilgili amacını anlatan bir bildiri okudu. Başka biri toplu fotoğrafımızı
çektikten sonra bir süre slogan attık. En sonunda zincirleri ellerinde tasmalı
kurt köpekleri ile üzerimize doğru koşarak gelen askerlerin nara ve bağırışları
arasında oradan hızla uzaklaştık.
O eylem bana moral oldu, daha önce benzerlerine katılmamıştım,
farklıydı. Hani, sert olaylar olursa, acemiler geldiğine geleceğine pişman olur
ya, benimkisi öyle olmadı. Başkaldırının çekici, karşı konulamaz o cazibesi tüm
benliğimi sardı. Tel örgülerin yanında çekilen fotoğrafımız dergide yayımlandı.
Hey gidi hey…
Halit dönmüş, meraklı gözlerle ona bakıyordu. Seyrek,
henüz yeni bıraktığı bıyıklarına parmaklarını daldırırken bana döndü.
“Çok hoş,” dedi, “bu dergi gerçekten çok hoş; sanat,
edebiyat olmadan hiçbir şey olmuyor, olsa bile bir şeyler güdük kalıyor.”
“Evet,” diye karşılık verdim.
“Bak,” dedi elindeki dergiyi bana uzatırken.
İşaret ettiğini
okuduğum zaman şaşırdım, o zamana kadar bilmezdim onun bu yönünü. Bir yandan da
dergi çıkarırmış demek, kitap yazdığını biliyordum. Saygıyla karışık tebessüm
yayıldı yüzüme.
“Dergi çıkardığını bilmiyordum.”
Sanki rahatsız oldu.
“Abartacak bir şey değil!”
“Hiç olur mu?” diyebildim kısık bir sesle.
Halit gülüyordu, bu Halit yok mu? O benim liseden
sınıf arkadaşım. Ne zaman onu bulmak istesem, buraya gelirim. Hemen her zaman
burada olur, bir mıknatıs gibi beni çeker, buraya alışmamın sebebi de o. İlk
anlarda pek istemesem de rica minnet adeta sürüklerdi, ama iyi ki öyle olmuş.
Benim için değişik bir çevre oldu, bir kısmı mesafeli dursa da.
İlk günler, benden hemen hemen on yaş büyük, altmış
sekizlilerden kalma birisi kuşkulu gözlerle beni süzer, okullarda faşistler ya
da goşistler var diyerek ne yapar ne eder, küçük bir seminer verir gibi goşizmi
anlatırdı. Herkesin hoşuna giden bu tavır bir süre sonra tavsadı. Ben mahcup,
biraz utangaç sesimi çıkarmaz, konuşulanları saygıyla dinler, pek de soru
sormazdım.
Anlatılanlar teorik olarak doğru bile olsa ortalık çok
berbattı. Böyle bir ortamda çizgisinden sapmayan inatçı insanlara ancak saygı
duyulur. Kolay mı; her gün adeta tavuk gibi insanların boğazlandığı bir zamanda
inadına parti disiplinine uyup şiddete şiddetle karşılık verirsek onlardan ne
farkımız kalır demek. Hem de kudurmuş saldırganlığın kol gezdiği bir zamanda.
Her gün değişik bir yerde sırf insanları dehşete düşürmek, yüreklere korku
salmak için farklı bir tarzda cinayet işleyen katiller ortalıkta kol gezerken.
Çuval cinayetleri, kahve taramalar, bombalamalar, can sıkıntısından komünist
avına çıkmakla övünen henüz tüyü bitmemiş katiller varken. Fırsatını bulunca
daha geçen yıl Maraş’ta yaptıkları gibi hamile kadınların bile karnını deşen
katil sürüleri melanetlerini sürdürürken. O korkunç katliamın daha kanı bile
kurumadı, henüz bir yıl olmadı. Tüm bu kötülüklere karşı tek silahımız
yüreğimiz diyerek karşı çıkmak…
Kimin ne olduğu gelişinden belli olur demişler. Ama benim
bir yanım bu tavrı kabul edemiyordu, öbür yanım doğru dese bile. Pasif
direnişin kabul edilemez acı sonuçları ortadaydı. Söylendiği gibi kaosu
körükleyenlerin derdi başka mıydı, gerçekten bu bir tuzak mıydı?
Her zaman ikircikli kaldım. Bazen kendi kendime beni
buraya çeken şeyin ne olduğunu düşünür, pekte karşılığını bulamazdım. Öyle
ileri derecede politik, ideolojik birikimim yoktu, ağırlıklı olarak klasik
romanlar okumayı severdim; felsefe kitaplarını okumak pek hoşuma gitmese de,
sol klasiklerden tek tük bazı kitapları okumuştum. Halit’in üzerimdeki etkisi
oldukça fazlaydı, ama sadece arkadaşlık dürtüsü beni buraya bu kadar sık
çekemezdi; öyle ya, diğer siyasi akımlarda yer alan değişik arkadaşlarım da
vardı. Belki de sevecen, duygusal, insancıl, her şeye inat şiddetten uzak tavırlarından
vazgeçmeyen bu insanların davranış biçimlerini kişiliğime yakın buluyordum.
Bir yanı ile herkes kendine yakın bulduğu insanlarla
bir araya gelmiyor muydu, bu işin psikolojik boyutu yok muydu? Tüm bu politik,
ideolojik tutumlar, insani, duygusal hallerle kafam çelişkilerle doluydu.
O an gülen yüzü sanki hüzünlü bir hal aldı. Karmaşık
ruh hali yüzüne mi yansıyordu, yoksa bana mı öyle geliyordu? Endişeli yüz
ifadesiyle,
“Ya arkadaşlar, kitap, dergi tamam da kendinize dikkat
edin, ortalık çok kötü, üniversiteden bir hocayı vurmuşlar,” dedi karamsar bir
edayla.
Halit endişeyle ona baktı.
“Kimi vurmuşlar?”
Ölüm, cinayet diye düşündüm ona bakarken. Ne kadar
rahat kıyıyorlar, en çok da ömrünü bilime, öğrencilere adamış yılların
üniversite hocalarını, öğretmenleri, grev çadırındaki namuslu işçileri
tarıyorlar! Kim bilir nasıl bir duygudur? Bazen sokak ortasında cadde
boylarında kurşuna diziyor, belki de gözcüleri dönüp dolaşıp geri geliyor,
gazete kâğıtları ile örtülmüş cesetlerin önüne geçip kim yapmış, nasıl olmuş
diye timsah gözyaşları döküyor, dalga geçiyorlar. Kendinden olmayan herkesi
düşman belleyen, sinsi tuzaklarda insan avlayan birileri için kolay ve keyif
verici bir durum olsa gerek! Maliyeti sadece birkaç kurşun, nasıl olsa koruyucu
melekleri cinayetlerin üzerini örtüyor, yeryüzü tanrıları yürü ya kulum diyor.
Ne kadar çok oldu, saymakla tükenmeyen, kırmakla bitmeyen…
“Nerede, ne zaman vurmuşlar?” dedi, sarsılmıştı Halit.
Nerede, ne zaman vurulduğu elbette önemli değildi. Halit’ten
daha çok ben sarsıldım, gözlerim bir noktaya çakıldı, sehpaya mı bakıyordum,
yoksa gözlerim mi daldı, pek belli değildi, o güne aklım kaydı.
Hemen hemen rutin bir hal alan ölüm haberlerinden birini
daha duymuştum. Akşamüzeriydi, kaldığım yurdun önündeki ana yoldan karşıya
geçip ağaçlı, bozulmuş, yer yer artık iyice toprağın açığa çıktığı asfalt
eskisi yoldan kuzeye doğru Ali ile yürüyüşe çıkmıştık. Yandaki futbol sahasında
bağırış çağırışlar arasında çamurlu zeminde maç yapıyorlardı. Eski istasyonu
geçtikten sonra tek tük binalar vardı, daha ilerideki portakal bahçelerinin
arasından uzayıp giden yol, yeni istasyon tarafına gidiyordu. Ana caddeden çok
uzak olan, yolu bitmek bilmez gibi görülen istasyon buradan daha yakındı.
Kenarı yüksek duvarlarla çevrili portakal bahçesinden sonra apartmanların
bulunduğu caddeye çıkılıyor, insana tedirginlik veren bu ıssız bölge sona
eriyordu. Yağmur sonrası toprak kokusu ne güzeldi. Bir de mandalina ve turunç
çiçeklerinin, erik, dut ve incir ağacı filizlerinin, tel örgüleri saran kısmen
kurumuş böğürtlenlerin, iç içe geçmiş zakkum ve kavakların birbirine karışan
kokuları… Bulutlu gökyüzünde kâh görünüp kâh kaybolan ikindi güneşi ısıtmıyor,
sürüler halinde uçuşan sığırcıkların çığlıkları ortalığı inletiyordu. Yavaşça
adım atan arkadaşım, yüzü bana dönük halde arka arka yürürken,
“Duydun mu, sinsi pusularda mühendislikten yine iki öğrenci
öldürülmüş!” dedi.
Okul çıkışından sonra yapılan bu yürüyüş, son zamanlarda
çok sık olduğu gibi yine hüzünlü bir zamana dönüştü. Gittikçe kör dövüşüne
benzemeye başlayan cinayetler insanın içini karartıyordu.
Yutkundum.
“Yapma, cenazeler ne zaman kalkacakmış?”
“Yarın!”
Farkına varmadan oradan buradan konuşarak yürünen yol
iyice ıssızlaştı, ölüm sözü açılınca iyice keyfimiz kaçtı.
“Hadi artık dönelim!” dedim.
Yurda döndük.
İlk defa bir cenaze törenine katılmaya karar verdim.
Ertesi sabah hastane morguna topluca gidip kimi üzgün,
kimi gergin çoğu öğrencilerden oluşan kitleye katıldık. Baraj yolundaki hastane
etrafında, çok sık olmayan binaların arasında her geçen dakika sayıları artan
insanlar birikiyordu. Üniversite tatil edilmişti.
Bir süre sonra bayraklara sarılı, rengârenk çiçeklerle
süslü tabutlar, cenaze arabalarıyla hastane kapısında göründüğünde toplulukta
hızlı bir hareketlenme oldu, farklı siyasetlerden gruplar bir araya gelerek
yürüyüş düzenine geçti. Ağır hareket eden cenaze arabalarının ardında
öldürülenlerin fotoğrafını taşıyan iki genç kız vardı. Kitlenin en önünde gözü
yaşlı, sözcüklerin anlatamadığı derecede kederli, geçirdiği sinir krizlerinden
olsa gerek, yürümekte zorlandığı için iki kişinin kollarına girdiği, orta yaşın
üzerinde başörtülü iki kadın yürüyordu. “Evlat acısına son” yazan büyük bir pankartın ardında kol kola
girmiş gruplar yürüyüş kortejini oluşturuyordu. El ele tutuşan insan zincirinin
içinde düzenli bir şekilde yürüyen grupları eşgüdümü sağlayıp dalga dalga slogan
attıran grup başları yönlendiriyordu. Arkalara doğru gittikçe disiplini ve
hüznü azalan, yer yer öfkeli ve saldırgan grupların arasına biz de katıldık.
Ben sınıfta yan yana oturduğum arkadaşım Turhan ile Halit’in çağrıları arasında
tercih yapmakta zorlandım, sonunda Halit’in grubuna katıldım.
Ellerinde renk renk pankartları, sıkılmış yumrukları,
öfke ve hüzünleri ile kenti bir baştan bir başa geçmeyi hedefleyen binlerce
insan, cinayeti kınayan, önden arkaya doğru dalga dalga yayılan çeşitli
sloganlar eşliğinde, kimilerinin intikam yeminleri arasında hastaneden
istasyona doğru akıyordu. Fazla taraftarı olmayan bulunduğum grubun hem önünde,
hem de arkasında Dev-Genç grubunu fark ettiğim zaman bunu herhangi bir nedene
yormadım. Önden gelen Turhan yanıma sokuldu, sessizce fısıldadı.
“Kavga çıkacak, ön tarafa gel!”
Yanımda yürüyen, tanımadığım, tedirgin biri Turhan’a
yan yan baktı, hiçbir şey söylemedi. Ne dediğini yeteri kadar anlamadım
Turhan’ın. Umarsızca yanıt verdim.
“Hayır, burada yürümek istiyorum.”
Arka grup öndekilerle birleştikten sonra daha
arkadakilerin bizi çembere almaya çalışması aklımı başıma getirdi.
Kanal köprüsünün oralardaydık, başından beri ölenin yakınlarına
ve ölüm karşısında öndekiler kadar duyarlı olmayanların ruh hali iyice
değişmiş, üstünlük mücadelesine dönüşmüştü. Çembere alma girişimi yarım kaldı,
bulunduğum grup ‘vurun sosyal faşistlere’ bağırtıları arasında dağıtıldı. ‘Ne
olur yakalanma’ diye iç geçirerek takip ettiğim Halit cadde boyundaki sokak
aralarında kayboldu. Her nasılsa bana ilişen olmadı, halimden ne olduğum epeyce
belliydi ki, hiç kimse dokunmadı bile.
Kargaşadan sonra Turhan’ı buldum, epey homurdandı.
Yeni olduğum için koruma kaygısıyla beni almaya geldiğini ancak o zaman
anlayabildim…
Parmağını burnumun ucuna iyice yanaştıran Halit bir
hipnozcu gibiydi, iyice açtığı parmağını gözümün önünde sağa sola hareket
ettirirken konuştu.
“Neredesin, daldın gittin!”
“...”
Halit sözünü bitirmişti ki, o sakince koltuktan
kalktı, pencereye doğru yürüdü. Parmağıyla tülü aralayıp dışarıyı seyre
koyuldu. Otomobiller gürültüyle hareket ediyor; kaldırımda yürüyen, mağazaları
seyreden insanlar gündelik telaş içerisinde koşuşturuyordu. Dolmuştan bir yolcu
indi.
O döndü.
“Katiller,” dedi öfke ve kahırla.
Ölüm, cinayet, vurulan üniversite hocası, onun bakışları!
Odada sevgi ve hüzün, öfke ve nefret hüküm sürüyordu.
Halit’in yüzünde ikircikli bir hal mi vardı, yoksa
bana mı öyle geliyordu? O genellikle sakin durur, nerede ne yapacağını iyi
bilir, pek telaşlanmazdı.
Tülden aşağı indirdi elini. Başını bize doğru
çevirdiği zaman pencereden yansıyan ışık gözümü alıyordu. Yürüdü. Sakindi.
Gelip dalgın bir şekilde koltuğa oturdu. Gülüyordu. Yüzünde müthiş bir
dinginlik vardı. Sevgiyle bana bakarken göz kırptı.
Epeyce zaman geçti, geç olmuştu, ne çok konuşmuştuk
farkına varmadan. Dostların arasında zaman su gibi akmıştı. Daha yapacak
işlerim, alınacak eşyalarım vardı, yarım bırakmak olmazdı. İstemeyerek kalktım,
vedalaşırken içim öyle buruktu ki. Kısık, sevecen bir sesle,
“Hoşça kalın!”
dedim, “yine görüşürüz!”
***
Bu caddenin benim için özel bir anısı var. Bu kente geldiğim
ilk günü hatırlatır. Ne güzel bir gündü. Şimdi vızır vızır işleyen
şehirlerarası bulvar o zamanlar yoktu, burası çok işlekti, her zaman tıkalı
olsa da. Çok zaman geçti; tam beş yıl. Abim liseye kayıt için getirdiğinde yine
bir sonbahar günü, akşamüzeri aynı böyle yürümüştüm. O akşam kentin ışıltılı,
rengârenk caddeleri ne güzel görünmüştü gözüme, ne çok mutlu olmuştum.
O ışıltılar içimi sevinçle doldururdu, yurdun beşinci
katındaki odamdan kuşbakışı Mersin yolunu seyrettiğim zamanlarda da. Hele bir
de yağmurlu havalarda otomobil ve sokak lambalarının parlayan, su buharında
kırılan ışıkları rengârenk bir hal alırsa ne güzel olurdu o ışık cümbüşü.
Okulun ilk günlerinde, henüz on dört yaşımda, evden ayrılmanın verdiği
burukluk, özlem ve karmaşık duygularla akşamları odamın küçük penceresinden
caddeyi seyre dalar, hafta sonunu iple çekerdim.
Ne zaman aklıma o yurt odası gelse içim bunalır. Üç ranzası
vardı, altlı üstlü altı kişi kalırdık. O daracık mekânlarda yaşamaya,
kullanışsız küçük bir dolaba doldurulan elbiseleri ve kitapları düzenli tutmaya
bir türlü alışamadım. Hele o basık yemekhane ne kalabalık olurdu. Buharı hiç
eksik olmazdı. Ya o uzun banyo kuyrukları. Banyo yapmak çileye döner, müthiş
canım sıkılırdı. Nasıl sıkılmasın; o kadar beklememize rağmen banyo sorumlusu,
seminere gidecek ülkücü gardaşlar önce girecek, diye zevkle bağırırdı sonradan
gelenleri öne alırken. Neyse ki, dördüncü sınıfta düzen değişti, ilk defa doğru
dürüst seçim yapıldı da öğrenci temsilcilik komitesini benimde bulunduğum ekip
kazandı. Bir de hile yapmaya kalkışmışlardı, ne güzel suçüstü yakalamıştık ama.
Ne olursa olsun, nefret ediyorum toplu kalınan mekânlardan.
Korna sesinden sonra acı bir fren sesi ile irkildiğim
sırada şoför bağırdı:
“Önüne baksana kardeşim! Başıma bela mı olacaksın!”
Yolda yürürken dalgın bir halde ilerlediğimi ancak o anda
fark ettim. Şimdiki zamana döndüm. Betim benzim attı, ürkek ve şaşkın bir
halde,
“Kusura bakma!” dedim.
Koltuğunda oturan şoför hışımla yere tükürdü.
“Tüh senin kalıbına!”
Elini açtı, pencereden yukarı doğru kaldırdığı kolunu
salladı, gözleri çakmak çakmaktı. Öfkeyle gaza bastı, yanıt vermeme fırsat
vermeden dört yol ağzında arabasını sürdü, hızla uzaklaştı.
Ya çarpsaydı? Ürperdim. Yandaki parka yöneldim. Bir
süre orada tepkisiz kaldım. Ne zaman kendime gelir gibi olmuştum ki
toparlandım. Görünmez bir güç yine beni buraya çekti diye iç geçirdim. İşte o
an ülkücülerin dar bölgesini geçtiğimin farkına vardım. Adliye binasının
etrafında iken ya bir tanıyan olsaydı! O zaman halim dumandı. Buraya kadar
gelmişken partiye gitmezsem ayıp olur. Halit oradadır. Acaba orada mıdır? Başka
nerede olacak! Kalk, bir bak! Burada böyle hüzün ve kahırla kendinle olur olmaz
hesap göreceğine bir şeyler yap. Bitmek bilmez sıkıntın dağılır belki. Yavaştan
kalktım. Yürüdüm parti merkezine doğru. Kapıdan içeri girdiğim anda karşımda
onu gördüm, ne çok sevindim ama. İçimi dökersem belki moralim düzelir,
çıkmazdan bir çıkış yolu bulabilirdim.
“Merhabalar!”
“Ooo beyim, kim gelmiş, ne bu halin böyle?” derken bana
sarıldı Halit.
İçeriye göz attım. Nadire, Murat ve önceden görmediğim
birkaç kişi daha vardı. Çay ocağındaki demlikten inceden bir buhar süzülüyordu.
Nadire odada oturmuş bir şeyler yapıyordu. Diğerleri kendi aralarında sohbet
ediyor, ikisi ateşli bir şekilde tartışıyordu. Kitaplık, duvardaki resimler,
koltuklar her şey yerli yerinde duruyordu. Sanki çok uzun zaman geçmişti de,
ben başka bir dünyadan yeni geliyordum. Alt tarafı bir ay olmuştu.
“Hiç sorma, neler neler oldu!” dedim üzgün bir
şekilde. “Dalgınlıktan az daha otomobil çarpıyordu.”
Gözlerini ayırdı Halit.
“Ne oldu, bu dalgınlık niye?”
Hala gergin ve ürkektim. Kısa bir süre sessizlik oldu.
Birisi çay getirdi.
“Buyurun!”
“Sağ ol!” derken çayları aldık.
Halit bana bakıyordu, bakışlarında bir tuhaflık vardı,
sanki kırgın gibiydi.
“Nerelerdesin, neler yaptın?”
“Bizim oradaydım, her zaman ki gibi!”
Gözlerini dayadı bir sır saklar gibi.
“Neden gelmedin?”
“Gelemedim!”
Nadire yerinden kalktı, sıkıntıyla iç çekti.
“Neden gelemedin?”
Garipser edayla sırayla ikisine göz attım. Ne diyordu
bunlar.
“Neler oluyor,” dedim. “Neyiniz var sizin?”
“Duymadın mı?” diyen Halit başını kaldırdı.
Ağzım bir miktar açılır gibi oldu şaşkınlıktan.
“Neyi duymadım mı?” diye yanıt verdiğim zaman adeta
yelkenleri indirir gibi oldu Halit.
“Ceyhun ağabeyi!”
Elimdeki çay bardağını sehpa üzerine koydum. Meraklı
gözlerle bakarken,
“Ne oldu ona?” dedim.
“İnanamıyorum ya,” diyen Halit kederden geberiyordu,
gözleri dolmuştu. “Ceyhun ağabeyi vurdular, bir ay oldu ve sen duymadın, öyle
mi?”
Ağzım iyice açıldı, gözlerim ayrılırken saçlarım alın
derisiyle birlikte geri gitti, zoraki yutkundum. Sanki başımdan kaynar sular
döküldü. Ne diyordu…
“Ne? Hem de bir ay mı?”
Geriye doğru adım attım. Koltuğa tutunup oturdum. Sanki
kanım çekildi, boğazım kurudu. Gözlerimi kısarken ellerimi yüzüme götürdüm.
Sessizce öylece kaldım çarpılmış gibi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.
Burnumun hemen ucunda bir bardak belirdiği zaman buruk bir ses duydum.
“İç, rahatlarsın!”
Hiç ses çıkarmadan bardağa uzandım, birkaç yudum çektikten
sonra başımı kaldırdım. Tarifsiz kederler içinde son günü düşünüyordum. Bize
yansıtmadığı belli belirsiz endişesi bu yüzden miydi? Ama her zamanki durum
gibi bir izlenim vermişti. Halit’e kısık, hüzünlü bir sesle,
“O gün,” dedim, “buradan ayrıldıktan sonra sokaklarda
ne çok dolaştım, hasta ninem için ilaç aradım. Evde daha çok onunla ilgilendim,
adeta dünyadan koptum, doğru dürüst gazete bile okumadım, sonunda rahmetli
oldu.”
Halit yelkenleri iyice indirdi, korkup gelmediğimi ya
da unuttuğumu mu düşünmüştü. Nadire hüzünle bakıyordu.
“Hastalığından bahsetmiştin, başın sağ olsun!” dedi.
Gözlerim doluydu.
“Olay nasıl olmuş?” diyebildim.
Halit konuşmak istemedi ama yutkundu.
“Biliyorsun, hep tehdit altındaydı, hepimizden daha
çok. Maraş katliamı davası avukatlarından olduğu için katiller özellikle hedef seçmişler
onu. Sürekli takip edildiğini biliyordu, belki de davanın seyrinden dolayı bu
sefer işin değişik olduğunu düşündü. Son gününde kaygısını bize belli etmeden
rahatlamak için muhabbet etmiş olabilir. Bilirsin, bizimle o kadar uzun boylu
konuşmazdı. Her zamankinden farklı olarak çok değişik konulara girmiş, sözü ne
çok uzatmıştı. Daha sonra akşam buradan ayrılırken hissettiklerini arkadaşa
anlatmış, hem de ölümüyle ilgili bir şiir yazmış. Ertesi gün yazıhanesinde
kafasına boşaltmışlar kurşunları.”
“Hem de kurşunlanacağını öngörüp şiir mi yazmış?”
“Evet, yazdığı gibi…”
Son gün gözümün önünden geçiyordu. Halit’in gözlerinin
içine bakıyordum, başka zamanlara…
Ah benim Ceyhun abim! Sevimli, dost canlısı, müşfik,
güzel insan! O halinle bile moral vermeye çalışmış, dikkat etmemizi, temkinli
davranmak gerektiğini tekrarlamıştın, ama durumunu hiç belli etmeden,
sezdirmeden, her günkü gibi davranarak.
Onca tehditten sonra ölümü düşünen bir insan böyle mi
görüntü verir? Hem de nasıl öldürüleceği hakkında şiir yazar, tıpkı öngördüğü
gibi öldürülür. Son gününde hiçbir şey yokmuş gibi o kadar rahat konuşur…
Koltukta toparlanmaya çalışırken hüzünlü gözlerle etrafı
süzüyordum, içimde fırtınalar kopuyor, ağlamak istiyor, kendimi zor tutuyordum.
Halit kederle bana bakıyordu.
Sessizce gözyaşlarım boşandı.
Mayıs 2009 – Aralık 2013
Yorumlar
Yorum Gönder