Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine


Birinci Dünya Savaşının kırım yıllarında Yaşar Kemal’in ailesi Van'ın Muradiye ilçesinin Ernis (Arnes) köyünden göç yollarına savrulur. Savaş kapıya dayanmıştır. Top güllesi köyün içine düşer, Rus orduları gelmektedir. Köyün yanından akan Bendimahi adında bir çay ve burada bir köprü vardır, doğu yakasındadır.
Bir anda yollara düşen insanlar köprüye sığamazlar, ortalık toz dumandır, insanlar birbirini kırmaktadır ancak yataklarını bıraktıktan ya da akarsuya attıktan sonra ilerleyebilirler. Bu sırada babasının dayı kızları Hazal ile Zübeyde el ele tutuşup ilerledikleri sırada bir şarapnel parçası gelir, kızların kollarını koparır, birinin sağ diğerinin sol kolu kopmuştur. Ortalıkta bir sürü ölü yaralı vardır, aşağı indikleri zaman aşiret reisi Gulihan bey babasını (babasının amcasıdır)  çağırır ve “Sadık git, gölün kıyısında kayada oturan Hüseyin’i al gel” der. “Onu ancak sen getirebilirsin.”
Hüseyin İstanbul’da okuyup tekrar Van'a dönmüştür, kara sevdalıdır, her sabah tan yerleri ışımadan gölün kıyısına gidip peri kızını beklemektedir, çünkü padişahlar şehrindeki sevdalısı denizin kıyısında bekle geleceğim demiştir.
Babası geri döndüğünde Hüseyin’in cesedini gölde yüzerken görür, peri kızı onu göle çekmiştir, cenazesini gömemezler, bırakırlar, ağıtlar yakar, destan yazarlar. Çocukluğunda Yaşar Kemal Abdal Musa adlı ailenin dengbejinden peri kızının ve Hüseyin’in destanını çok dinler, başka dengbejler aynı konuyu başka türlü anlatırlar, bu efsane Diyo ana, Zübeyde, Zero ölünceye kadar ailede yaşar. Tüm bunları Yağmurcuk Kuşunda İsmail ağa, Pero, Zero adlı karakterler üzerinden anlatır Usta.
Aile Van şehrine ulaşır, şehir bomboştur, ilk defa şehir gören anası çok korktuğunu, öyle ürkünç, sessiz bir yeri ömrünce görmediğini söyler, kalenin kenarında bir hafta kalırlar. Oradan Mardin, Diyarbakır, Urfa, Adana… Yollarda birçok yakınları ölür, yiter. Mezopotamya çölü savaşta öldürülmüş, sürülmüş Ermeni, Kürt, Türk, Azeri, Yezidi, Süryani, Asurîlerin sürüleri, yok olmuş köpekleri, öksüz kalmış çocukları ile dolup taşmıştır. Yüzlerce aç, çıplak çocuk çekirge sürüleri gibi köylere saldırmaktadır. Silahlı atlılar gördükleri yerde bu çocukları anında öldürmektedir.
Başlarından geçen en önemli olay babaannenin Mezopotamya çölünde yitişidir. Bir sabah babası tan yerleri ışımadan kalktığı zaman anasını yatakta göremez. Denkler toplanır, yola düşeceklerdir, ama o yoktur. Gün boyu çölde ararlar bulamazlar, ertesi gün hala ortalıkta görünmez, üç gün beklerler. Ancak üçüncü gün bir hurma ağacının altında uyurken bulurlar. Onu bulan babası uyandırmaya kıyamaz, zaten çok yorgundur, yanında uyuya kalır. Uyandığında anası yine yoktur, çöldeki izleri takip ederek bulur. Gelmek istemeyen anasını sırtına alır. Bu şekilde Çukurova’ya gelinceye kadar dört beş defa köye dönmek için kaçar yaşlı, hasta ana. Sırtına alan oğluna karşı çıkar, eziyet eder, binmek istemez, feryat eder. Bu büyük ana ‘Dağın Öte Yüzü, Ortadirek romanındaki Meryemce karakteridir sanki. Bu romanda Toros dağlarının öte yüzünden Kayseri taraflarından Çukurova’ya pamuk toplamaya yürüyerek giden köylüler anlatılmaktadır. Uzun Ali inatçı anasını aynı şekilde aramakta, bazen sırtlayıp çocuklarının yanına bırakmakta, daha sonra denklerini sırtına yükleyip yoluna devam etmektedir. Aile diğer köylülerden kopar, yolculuk günlerce sürer, pamuk toplama mevsimi geçer, gelecek kış felaket beklemektedir onları.
Van sürgünleri Diyarbakır’da Gulihan beyi bırakırlar, yollarda hep eksilirler. Bir gün yolda yedi sekiz yaşlarında çok güzel bir çocuğu yitirirler. Bu çocuğu Yaşar Kemal 1938 yılında tesadüfen Adana’da Ulu cami avlusunda dilenirken bulur. Silahlı atlılardan kurtulmuştur. Korkunç acılar çekmiştir, anlatır hepsini. Köpek itlaf eder gibi etraflarında yalın kılıçları ile dönerek çoluk çocuk yaşlı kadın demeden herkesi ölüme mahkum eden silahlı atlıların yaptıkları ruhunda onulmaz yaralar açmıştır. Kurbanlarının etrafını çizen atlılar geri çekilir, uzaktan onları izlerlermiş. Çizdikleri çizginin dışına çıkmayı günah sayan kurbanlar ellerini göğe açar, yüzlerini doğan güneşe dönerler, dua ederlermiş, böylece çok Ezidi öldürmüşler.
Döne dolaşa çölleri aştıktan sonra İslahiye’ye ulaşıp ormanlara serin sulara kavuşunca bayram ederler. Aile bireyleri yollarda başkalarının hırsızlık yaptığını, sadece kendilerinin böyle bir şeye tenezzül etmediklerini övünerek anlatır, çünkü ailenin en büyüğü defalarca hacca gitmiş biridir.  Sonunda paraları kalmaz, anası tek kardeşinin armağanı olan çeyizindeki altın kemeri babasına vermek ister ama baba almak istemez, ne de olsa eski bir beydir. Ancak sonunda kemeri satar ve rahatlarlar. İslahiye’den sonra yolda çalıların arasında yaralı bir çocuğun iniltisini duyarlar. Sese yaklaştıklarında susan uzaklaştıkça artan bir inlemedir. Sonunda bulurlar, yaralı çocuk yalın kılıçlı atlılardan saklamaktadır. Her tarafı çürükler içindedir, yaraları kurtlanmıştır, çeşitli bitkilerden ilaçlar yapan Sadık ağanın yaşlı anası onu iyileştirir. Evlatlık olarak alır, büyütürler. Daha sonra bu çocuk başlarına bela olacaktır, çok saldırgan ve uyumsuzdur. Bir dönem yoksul düşen ve tarla açmak için bir ağanın yanında kök bile söken, ırgatlığı da beyliği de yaşayan babalığını, Sadık ağayı camide öldürür, o sırada Yaşar Kemal dört buçuk yaşındadır ve babasının yanındadır. Anası büyük anaya ömrünce beddua eder, bu çocuğu acıyıp evlatlık aldı diye. Yağmurcuk Kuşu’nda İsmail Ağayı evlatlığı Salman öldürür, keza altın kemerini verir İsmail Ağaya karısı.
Kadirli yakınlarındaki Hemite köyüne vardıklarında yollara düşeli bir buçuk yıl geçmiştir. Sadece ailesi kalmıştır baba Sadık Beyin. Bir tanıdığın mektubunu Kadirli İskan Komisyonu Başkanı Arif Beye verir, adam onları misafir eder, çok iyi ağırlar ve babasından bağ bağışlar gibi bağış yaparken aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Sadık ağa sana Şemail’in konağını ve tarlalarını veriyorum.”
“İstemem.”
Arif bey bir deri bir kemik sinirli bir adamdır.
“Öyleyse niçin geldin bana, bu mektubu neden verdin?”
“Beni bir yere yerleştir diye.”
“Yerleştiriyorum işte, hem de en iyi eve.”
“İstemem.”
“Niçin?”
“Anam dedi ki?”
Arif bey sinirlenir, küplere biner.
“Anan sana ne dedi?”
“Anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez.”
“Onlar kuş değil, Ermeni!”
“Kuş!”
“Ermeni!”
Arif bey kudurur, mektubu hışımla yırtar, vazalak Kürtler diye hakaret eder. İki jandarmaya emir verir.
“Bunları doğru kayalık Hemite köyüne götürün!”
Sadık ağa daha sonra “Allah anamdan razı olsun, onun sayesinde bol kayalıklı, bol insanlıklı bir yere düştük,” diye iyilikle anar anasını.
Bozdoğan aşiretinin dokuz köyünden biridir burası. Bu köylerde okul yoktur, sadece birinde Hemite’de tahta minareli bir cami vardır. Köy çok yoksuldur, 1865’te zorunlu iskânla Derviş Paşa tarafından ovaya hapsedilen Türkmenlerdir sakinleri. Kozanoğlu adında bir aşiret beyi başkanlığında zorunlu iskana başkaldırmışlar ama yenilmişlerdir. Türk Kürt ayrımı nedir bilmez köylüler, hala başkaldırı türküleri söylemektedirler. Yeni gelenler dışında köyde Kürtçe bilen yoktur, bu yüzden Yaşar Kemal evin içinde Kürtçe dışında Türkçe konuşur. Biraz büyüdüğü zaman başka yerlerde Kürt Türk ayrımı yapanları görünce çok şaşırır.
Babası elli yaşında iken doğar Usta. Üç buçuk yaşında iken halasının kocası kurban keserken bıçağı asılı kurbanın etine sokar, ancak bıçak düşer ve onun bir gözünü kör eder. Dört buçuk yaşında iken babası camide namaz kılarken Van yolunda ölümden kurtarıp besleyip büyüttüğü Yusuf adındaki oğulluğu tarafından yüreğinden bıçaklanarak öldürülür. Yaşar Kemal o sırada camide babasının yanındadır, şoka girer, o gece sabaha kadar sayıklar ve kekeme olur. Bu rahatsızlığı on iki yaşına kadar sürer. Uzun yıllar babasının öldüğüne inanamaz.
Anasının babası, kardeşleri ailenin bütün erkekleri eşkıyadır, baba öldüğünde ana çok gençtir, yirmi iki yaşındadır. Amcası ikinci eş olarak alır onu.
Yaşar Kemal amcasını çok sever, onu şımartır o. Herkes, bütün çocuklar tarlaya giderken koskoca Sadık’ın oğlu ırgat gibi çalışmaz der. Bir ağanın yarıcısı (ekip biçtikten sonra toprak sahibine ürünün yarısını veren) olarak çalışır.
Okul yüzü görmez, yazıyı alacaklarını yazan bir çerçide görür ilk defa. Ne olduğunu sorar. Köyde bir imam vardır ama onun da okuryazarlığı yoktur. Bir zaman sonra Osmaniye’den bir öğretmen gelir, ‘pek şanslısınız’ diyerek eski yazıyı camide öğretmeye çalışır, fes de giydirir. Alfabeyi öğrenemez ama cami avlusunda nar ağacı vardır, narı çizmeye başlar, ömrünün son demlerinde bile hala müthiş derecede nar sevdiğini söyler. En sonunda öğretmen köyden kaçar, nedenini bilemez.
Okuma bilmez ama aklında kaldığı kadarıyla Aşık Süleyman adıyla şiirler söyler. Köyde aşık, saz çalan yoktur ama köylüler sabahtan akşama kadar Karacaoğlan’dan söylerler. Karşılarındaki Hürü Uşağı köyünde Kul Abdurrahman adlı bir aşık vardır, ermiş gibi Karacaoğlan’dan söz edilen topraklarda bir halk aşığı da odur. Ailenin övüncü Van’da iken Kürt Halk şairi Abdele Zeyniki’nin evlerinde diz çöküp destan söylemesidir ama anası Yaşar Kemal’in aşıklığına karşı çıkar, fakat o dinlemez onu. Ömrünün en güzel zamanları diye yad eder o günleri Usta.  Bir gün Afşin’den bir aşık gelir, çakıştırırlar onu. Karacaoğlan’dan şiir bilmeyene aptal, pısırık gözüyle bakıldığı çağda, alır yürür Aşık Kemal’liği. 
Bu dönem üç defa Toroslara yaylaya çıkarlar, dağlardaki bitki, hayvan ve kuş zenginliğini unutamaz. Haşarı bir çocuktur, yayladan köyden eve haber vermeden kaçar, aylarca başka köylerde, akrabalarının yanında kalır. Evde her zaman bir hayvanı vardır, hep keklik besler, arılardan kartallardan kelebeklerden bıkınca işi kekliğe vurur. Çocukluğunun krallığında çiğdemleri, ekinler arasında tavşan aramayı, birde köyün önünden akan Ceyhan ırmağında yüzmeyi çok sever. Köy yakınındaki kale yıkıntıları arasında seramik parçaları toplar, kayalıklarda dört dönen kartalları seyre dalar. O zamanlar geceleri Çukurova göğünde yıldızlar çoktur, gök parlak yıldızlarla döşelidir, seyrine doyamaz, büyük şehre taşındığında özlemle anar Çukurova göğünü. Bir yanında çangal bıyıklı eşkıyalar, diğer yanında tüyden ince Karacaoğlanlar, öte yanda 1865 yılı Kozanoğlu başkaldırısının şiirini söyleyen Dadaloğlu düşlerini süsler. Denizi on yedi yaşında pamuk toplamaya gittiği Mersin’de görür.
Bir gün evlerine de gelen çok sevdiği bir Eşkıya, Zala’nın oğlu yanındaki beş kişiyle jandarmalar tarafından vurulur. Anası da onu çok sevmektedir. Eşkıyaya bir ağıt yakar, anasının da çok sevdiği ağıtı sabah kalkınca unutur. Kafasının tası atar, okuma yazma öğrenmeye karar verir, yalınayak, fistanla okula gider. Para yok, ayakkabı yok, kağıt kalem yok diyen öğretmenine üç ayda yazıyı öğreneceğim ısrarına karşılık öğretmen 25kuruş verir defter kalem parası olarak. Aynı günün akşamı defteri bitirir. Nüfus cüzdanı bile yoktur, onu ancak ilkokulu bitirdikten sonra alırlar.
Öğretmeni üç ay sonra bırakmaz, ikinci sınıfa geçirir. Burhanlı’ya taşınırlar, okulda sınav yaparlar, ikinci sınıftan başlar ama daha sonra öğretmen değişip yenisi tasdikname isteyince veremez, tekrar birinci sınıftan başlatırlar, bir yandan ayakkabıcı çıraklığı yapar, tarlada çalışır, pamuk toplar,  diğer yandan okula devam eder ve ilkokulu bitirir, sonra Adana’ya gider.
Ortaokul ve lise eğitimi için öğretmenleri, babasının dostları yetecek kadar para yardımı yapmak isterler, elbise, ayakkabı yaptırırlar, amcası bir tosun verir, Kadirli çok cömert bir yerdir. Hocası, Cahit Tanyol’un da arkadaşı olan Abdullah Zeki öncülük yapmaktadır. 1938 yazında Adana’da çırçır fabrikasında çalışır, verilen yardımları kabul etmek istemediğinden çok sevdiği hocası ile karşılaşmamak için dağlara kaçar, ne olsa döner diye aramazlar onu. O danayı beş liraya satar ve yayan Adana yoluna düşer, 105 kilometredir. Köylerde yatarak, yemek isteyerek yoluna devam eder. Adana istasyonuna akşamüstü vardığında ilk defa elektrik görür, daha sonraları üç kuruş verip sinemaya gidecektir. Bir handa kalır, parası bitince bir tanıdığı aracılığı ile Yeni Adana gazetesinde işe başlar, yaptığı iş harfleri temizlemektir. Ama yetecek kadar değildir kazandığı. İş değiştirir, hangarlarda pamuk balyaları arasında yatmaya başlar, çırçırda çalışır, otuz yedi lira para biriktirir o yaz.
Ortaokula başlar, ikinci sınıfta iken Yeni Işık adlı derginin düzenlediği şiir yarışmasında Türkiye birincisi olur, dergi kapağında yayımlanır şiiri. Yüz tane kitap verirler. Öğretmenleri ile birlikte Çığ adında dergi çıkarırlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah’ı yeni çıkar, etkilenir. Arif Nihat Asya ile birlikte okur. Fakat en çok 1940 yılında tanıştığı Arif Dino’dan etkilenir, daha sonra Ankara’da Enver Gökçe, Arif Damar ve İlhan Başgöz ile tanışır.
Orta üçte iyice şiirle edebiyatla uğraşmaktadır artık, iyi bir öğrenci değildir, dersleri aksatmaya başlar, sıkılır, matematikle arası hiç yoktur. Görüşler, Yeni Adana adlı dergilerde şiirleri yayımlanır. Sürekli okumaktadır, sınıfta kalınca yatılı okuldan atılır, okul hayatı biter. Daha sonra tekrar okula dönmek ister, Edebiyat fakültesi hayali kurar ama başaramaz. On yedi yaşında siyasetten tutuklanır, savaş yıllarıdır, cadı avı çoktan başlamıştır.
Okuldan ayrılınca çiftlikte ırgatlık, ırgat katipliği yapar, Ramazanoğlu kitaplığında çalışır, burada sevdiği kitapların çoğunu okur. 1942-43’te Bahçe köyünde öğretmen vekilliği yapar. Bu yıllarda batos ırgatlığı, traktör sürücülüğü, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik olmak üzere yirmiye yakın değişik işlerde çalışır. Bu kadar iş değiştirmesi artık tanınmış olmasındandır, zilli kurttur. Kimliği açığa çıktıktan sonra polis baskısı ile hemen işten atılmaktadır. Kendi deyimi ile militanlığı ilkokul ikide, on iki yaşında başlamıştır. Bu yıllarda özellikle traktör sürücülüğü ve sekiz yıl Savrun çayındaki su bekçiliği sırasında doğa ile baş başa kalmasından dolayı içsel yolculuğu daha da derinleşir, insanın doğadan kopuş olgusunda şöyle bir sonuca ulaşır:
“Bir insanın yüzü nasıl öbür insanın yüzüne, huyu öbür insanın huyuna benzemezse bir doğa parçasının da öyle. Savrun suyunu tanıyınca onda sonsuz bir büyü, bir giz, sonsuz bir hayat olduğunu anladım. Bu sonsuzluk bir ağaçta, bir ormanda, bir toprak parçasında, arıda, böcekte de vardır. Yakından bakmadığımız için suları, ağaçları, kuşları aynı sanıyoruz.”
İnsana dair ise daha sonra şöyle diyecektir:
“İnsan gerçeğine, insanların macerasına ne kadar yaklaşır, onu ne kadar yaşarsan insan soyunu o kadar seversin. İnsanlara karşı sonsuz bir hoşgörün olur.”
1940 yılında konferans vermeye gelen Pertev Naili Boratav ile tanışır, uzun yıllar görüşür, folklar çalışmalarına meraklı olduğu için folklor derlemesinin nasıl yapıldığını hocadan öğrenir. Ağıtlar adlı derlemesi 1943 yılında yayımlanır, TDK’ya iyi paraya satmıştır, parayı herkese dağıtır. Ahmet Kutsi Tecer ile öğretmen vekilliği yaptığı dönemde mektuplaşır. Nurullah Ataç ile tanışır, Ankara’da çok iyi dost olur.
Adana Halkevinde Arif Dino ile tanışmıştır, sürgünde yaşayan bu insan en çok etkilendiği kişidir. İlyada’yı o verir. Bir gün bir sürü kitap verir, içinden beş tanesi Don Kişot’tur. Yanlışlık olacak diye dördünü geri vermek ister, o güler, ömür boyu okuyasın diye beş tane verdim der, almaz geri. Daha sonra altı ay birlikte kahvelerde Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’sini çevirirler. Abidin, Güzin Dino’larla tanışır, Abidin Dino Türk Sözü gazetesinde yazı işleri müdürüdür, bu gazetede de birçok yazı yazar Usta. “Karacaoğlan nerelidir?” de bunlardan biridir. Kütüphanede çalıştığı yıllarda Orhan Kemal ile tanışır.
Askere gider, Dörtyol, Payas’tan sonra Niğde’de devam eder,  Kayseri Talas son duraktır. Askerlik şubesinde görev yaptığı için çok okuma fırsatı bulur, burada Mehmet Ali Aybar ve Doktor Albay Yusuf Balkan ile tanışır. Yusuf Balkan Sivas Kongresinde Atatürk’e mandayı kabul edemezsiniz diyen, Nutuk’ta da adı geçen iki gençten biridir, Nazım’ın yayımlanmamış şiirlerinin çoğunu ezbere bilmektedir. Burada bir grup oluştururlar, okurlar, sosyalizm üzerine seminerler verir,  bu arada “Pis Hikaye”yi yazar. Sonra “Kızamık” adında seksen sayfalık bir hikâye ve “Demir Çarık” adlı bir roman yazar ama bunları jandarmaya kaptırır, uzun yıllar sonra bile bu kayıpları kahırla anar. Bu dönemde çok okur, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Sabahattin Ali, Sait Faik ve diğerleri… İki yıl sürer.
Askerden sonra Aybar’ın bir arkadaşı aracılığı ile İstanbul’da Fransız Havagazı Fabrikasında iş bulur. 1946-47 yıllarında çalıştıktan sonra tekrar Kadirli’ye döner. Çeltik tarlalarında bekçilik yapar yazın. Sonbaharda daktilosunu alıp arzuhalciliğe başlar. Bu arada “Bebek” ve Dükkancı” hikayeleri çıkar.
1950 Nisanında komünistlikten tekrar mahpusa düşer, zaman kötüdür. Kadirli’de Türkçe öğretmeni derslerinde komünistlere sürekli veryansın ediyor, bunlardan birisi de arzuhalcilik yapıyor, Rusya ile her gün telsizle görüşüyor, casustur diye onu hedef gösterir. Yaşar Kemal bu durumu okul müdürüne iletir, söyleyin, onu mahkemeye vereceğim der. Müdür Türkçeci ile konuşur ama bu sefer kendisi de hedef tahtasına oturtulur, öyle bir dedikodu yayılır ki müdür komünistlerin başıymış derler. Kadın olan hocanın babası polistir, tek tek isimleri ondan almaktadır.  Yaşar Kemal tutuklanır, işkenceden geçirilir, hapishanede iken yeni bir dedikodu yayılır, kulağına kadar gelir. Cuma günü miting yapılacak, hapishane basılarak kör Kemal linç edilecek derler. Cuma hem namaz hem de pazar kurulduğu için köylülerin kasabaya indiği önemli gündür. Jandarma kumandanına başvurur, olayı o da duymuştur, koğuştan alır, ikinci kata dairesine çıkarır.
Miting öğlen başlar, kalabalık mapushaneye doğru gelir ve avluyu doldururlar. Hepsi coşmuş, deli gibi bağırmaktadır. O sırada Usta tepeden onları izlemektedir, bir ara kalabalıkta kaymakamı görür, onu saçlarından yakalayıp tartaklamaktadırlar. Ortalık toz duman halde iken koğuşa gelirler, dümdüz ederler ama kimseyi bulamazlar. Kızgın kalabalık jandarma dairesine saldırır ama jandarma merdivenleri tutar. Kumandan nutuk çeker, Kozan ağır cezaya götürüldüğünü söyler. Güruh böylece teskin olur.
Bir hafta sonra başka bir dedikodu çıkar, Kozan’a nakil edilecek, yolda kaçarken jandarmalar vuracak diye. O dönem bu tür infazlar yaygındır, zaten eski bir gelenektir. Bunun üzerine sevk sırasında Kadirli’den akrabalar, çevreden tanıdıklar konvoya eşlik ederler. Kozan jandarmalarına teslim edilir, aynı gece işkenceler başlar, falakadan ayakları parçalanır. Daha sonra hapisten çıkmadan bir ay önce koğuşta, “Hırsızlıktan, ırza geçmekten düşseydin başım gözüm üstüne,” diyen bir eşkıya tarafından bıçaklanır. O halde on yedi kişilik koğuşa koyarlar, basık kayalıkların arasında olan bu yer aşırı sıcaktır, tuvalet yoktur, bu işi herkes koğuşta bir tenekede görmekte, banyo gaz tenekesinde satılan güneşte ısıtılan su ile yapılmaktadır. Sonunda hapisten çıkar ve arzuhalciliğe devam eder.
Bu dönem çok çetin yıllardır, sürekli belinde tabancası ile gezer. Kimse önüne çıkıp komünist diyemez ona, serttir. Şalvarlıdır, Nagant tabancası vardır. Komünist diye sadece akrabalarından bir çocuk bağırır ama onu fena yapar. Bir gün Kadirli’de DP ilçe başkanı mitingde aleyhinde konuşur, gece kulüp çıkışında onu yakalar, vurmaya kararlıdır. Hadiye abla dediği öğretmen olan adamın karısı çok sevip saygı duyduğu biridir, iki çocuğu vardır. “Seni vuracağım” dediğinde adamın elindeki kitap yere düşer, “kıyma bana” der. Derdi sadece kendini korumaktır, onu korkutmakla yetinir.
Bir gün hiç tanımadığı edebiyata meraklı bir genci misafir eder, öykülerini okurlar. Ertesi gün çıkışta iki ağa ile karşılaşırlar, ağalardan birini daha sonra marabalardan biri öldürmüştür, bu ağalar veryansın ederler komünist geldi diye. Yüzlerce kişi sokağa dökülür, çocuğu jandarmaların elinden alırlar, linç edeceklerdir. Misafiri taşlar arasında zorla jipe bindirirler, Yaşar Kemal’e bir şey yapmazlar. Çok sonra o çocuğun röportajını Cumhuriyet gazetesinde yayımlar.
Mahkemesi biter, beraat eder, çıkışta gardiyan, heyet başkanı seni istiyor der. Gider, başkan onu çok iyi karşılar, kahve ikrar eder, karısının dahi “Bebek” adlı öyküyü okuduğunu ve çok beğendiğini, sırf yazarını görmek için duruşmaya bile geldiğini söyler. En sonunda serzenişte bulunur:
“Sizi mahkûm etmem için çok baskı yapıldı bana. Siz Çukurova’da kalmayın, hemen İstanbul’a gidin. Yeni Caminin oralarda arzuhalcilik yapar hayatınızı kazanırsınız. Sizi burada öldürecekler, yazık olacak! Ben dilinize, ustalığınıza hayran kaldım, bana söz verin, buralardan gidin!”
O dönem zaten sürekli jandarma evini basmakta, Kadirli’nin iti köpeği ile birlikte evi alt üst etmekte, un çuvalının içine kadar her tarafı didiklemekte, bulduğu her türden kağıdı alıp götürmektedir. Folklor derlemelerinin büyük bölümü, Kızamık adlı hikayesi, Demir Çarık adlı uzun romanı bu sırada yok edilir. Sarı Sıcak adlı hikayelerini ve diğer yazılardan bir kısmını kurtarır, bunları üç nüsha yapmış, iki nüshasını başka evlere saklanmıştır. En sonunda elde kalan yazılarını, hikayelerini, daktilosunu alır, İstanbul yollarına düşer.
Önce Adana’ya gider, cebinde beş lirası vardır. Bir dostuna uğrar, o paran var mı dediğinde durumu söyler. Dostu cebindeki yedi buçuk liranın yedi lirasını ona verir, genç bir avukattır, tek odalı odasındaki tek yatağı paylaşırlar.
Ankara’da Abidin Dino’ya uğrar. O da kaç paran var dediğinde yirmi diye cevaplar. Güzin Dino’ya giderler, Oktay Rıfat ile birliktedir. Odada yarım saat kaldıktan sonra bir torba içinde bozuk para ile çıkarlar. Abidin Dino ile garaja giderler, İstanbul yolcusu ile öpüşüp koklaştıktan sonra yetmiş beş kuruş versene der Abidin Dino. Tüm parasını ona vermiştir, Yaşar Kemal kendi deyimiyle cömertlik eder, verir.
Daha önce Adana’da Orhan Kemal ile buluşmuştur. Verem Savaş Derneğinde yüz beş lira maaşla çalışan Orhan Kemal işinden attırılmış, o sırada babası da ölmüştür, altı yüz lira miras kalmıştır. “İstanbul’a sen git, bir ay sonra ben gelirim, seyyar sebzecilik yaparız, arabayı sen sürersin ben bağırırım” der. Hapisten sonra bir doktor arkadaşı ile sebzecilik yapıp batan Orhan Kemal onu büyük tecrübe saymaktadır.
Yaşar Kemal İstanbul’da otelde kalır, parası bitince Gülhane Parkını mesken tutar. Arif Dino’yu bekler, Cumhuriyet gazetesine aldıracaktır. Anasının imalatı balmumundan yapılmış torbası omzundadır, içindeki daktilosu göz nurudur, denize düşse daktiloya zarar gelmeyecek kadar sağlamdır torba. Denizden balık tutar, köprü altında taze balık diye satar ama otel parasına yetecek kadar değildir.
Orhan Kemal gelir, bir gün hapishane arkadaşının evine giderler, fazla odası yoktur, balkonda kalırlar, yağmur bastırır, rezilliktir.
Daha sonra Arif Dino gelir, götürür Cumhuriyet gazetesine. Yolda, Tünelin oralarda Behçet Kemal Çağlar ile karşılaşırlar. Behçet Kemal Yurt dergisini yönetmektedir ve Yaşar Kemal’in yazıları da orada yayınlanmaktadır, parada almaktadır, Behçet Kemal’i Yaşar Kemal sevdiğini söyler. Lebon pastanesine oturtmak isterler ama içeri girecek durumda değildir. Ayağındaki lastik ayakkabının üstü bezdir, yırtıktır, parmakları dışarıdadır. Kolları yırtık, her gün denizde yıkanmaktan ağarmış bir gömlek vardır üzerinde. Sakallıdır, tıraş olmak lüks iştir onun için.
Behçet Kemal, Arif Dino’ya “Delirdiniz mi, ortalık kaynıyor, Mareşal Fevzi Çakmak, İsmet paşa bile komünist yapıldı bu günlerde, sen komünist, bu komünist hem de hapisten yeni çıktı, nasıl aldırtacaksın Nadir Nadi’ye, tek başınıza giderseniz şüphelenir, komünist olmadığına garanti olmak için beraber gidelim, adamı ürkütmeyelim” der. Yaşar Kemal’i yanlarına almazlar, “Bebek” adlı hikayeyi verir onlara. Adres olarak bir galeriyi gösterir. Arif Dino’da akrabalarının yanında kalmaktadır. Bu arada Gülhane parkının bekçileri Yaşar Kemal’i atmak isterler ama başaramazlar, onları sonunda kafakola alır.
Bir gün Cumhuriyet’ten görüşme mektubu gelir. Üç defa gitmesine rağmen kapıdan randevu alamaz, ancak daha sonra telefonla ulaşır, “nerede kaldınız” der Nadir Nadi. “Efendim, kılık kıyafetim uygun değil diye üç defadır içeri almıyorlar” diye cevaplar. Nadir Nadi onu kapıda karşılar, “buyurun, oturun” der, üstüne başına bakmaz bile. Bir mektup yazar, aşağıdan para al, röportaja git” der. Diyarbakır Ovasındaki göç için yollara düşer. Röportajını ana vatanını ilk defa görmek için yollarına düştüğü Van yolculuğu sırasında gazetede görür, artık gazetecidir. Üç ay sonra İstanbul’a döndüğü zaman meşhurdur artık.
En başta İstanbul’a giderken Ankara’da karşılaştığı Arif Dino gazeteci kimliği için Yaşar Kemal adını verir, öykü yazarı Kemal Sadık Gökçeli adını ekmek parası için başladığı gazeteciliğe bulaştırmak istemez.
1951-1963 arasında Cumhuriyet gazetesinde fıkra ve röportaj yazarı olarak çalışır. Bu arada 1952'de ilk öykü kitabı “Sarı Sıcak”, 1955'te bugü­ne kadar kırkı aşkın dile çevrilen romanı İnce Memed yayımlanır. On iki yıl sonra Cumhuriyet gazetesinden kovulur. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant'ın kurucuları arasında yer alır. 1973'te Türkiye Yazarlar Sendikasının kuruluşuna katılır ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlenir. 1988'de kurulan PEN Yazarlar Derneği'nin ilk başkanı olur.
Ömrünün son demlerinde, “Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının de­ğil, dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri olan Ya­şar Kemal'in yapıtları kırkı aşkın dile çevridi,” diye anlatırlar Hürü Uşağı ile komşu olan köyün eli sazlı Kürt çocuğunu.
Türkiye'de aldığı çok sayıda ödülün yanı sıra yurtdışında da birçok ödül alır.  Uluslararası Cino del Duca ödülü, Legion d'Honneur nişa­nı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Al­man Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü bunlardan bazılarıdır. İkisi yurtdışında, üçü Türkiye'de olmak üzere beş fahri doktorluk payesi almıştır. 
08.01.2015

Bu makale için ayrıca;
https://pirtukweje.wordpress.com/2018/03/20/ali-fuat-karaoez-yasantinin-gerceginden-yaratinin-gercegine/
http://devrimcidemokrat.com/kueltuer-ve-sanat/1445-kuerdlerin-homerosu-nun-biyografisi-ali-fuat-karagoez-yasant-dan-yarat-ya-yasar-kemal.html

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

İşkencecinin Resmi

NIKOLA TESLA

Cinayetleri Gördük