Elma Mevsimi


Başı yana eğikti, yere bakıyordu mahzun melül. Öyle derinlere dalmış gibiydi ki neler düşünüyordu kim bilir? Ağır adımlar atıyor, arada bir yanında yürüyen oğluna dönüyordu sevecenlikle. Öyle dingin, öyle sessizdi ki oğul, gözleri ışıl ışıldı, on dördündeydi henüz. Önüne çevirdi başını adam. Yutkundu. Ayağının ucuna gelen küçük taşa yavaştan tekme attı, taş çarpa çarpa kaldırımda yuvarlanırken adamın ayağındaki yırtık terlik çıktı yerinden. Adam dudaklarını ısırdı hüzünle, içi acıdı yeniden. Adımladı, çabucak terliği soktu ayağına. Ayak başparmağını indirdi kaldırdı, yerleşti terlik ayağına.

Doğru düzgün bir ayakkabı dahi alamadım kendime, üstüm başım dökülse de en azından yırtık pırtık değil, diye iç geçirdi. Ne kadar beceriksizim böyle ne yapsam ne eylesem elimde kalıyor, şu dünyada bir kez olsun işler rast gitse, yüzümüz gülse, ne olur yani! Neyse ki buralara kadar gelebildik oğlanla. Az şey mi? Elma mevsimine daha bir aydan fazla zaman var, ona rağmen… Ah bir de oğlanın işini bitirirsek, değme o zaman keyfimize! Canım oğlum, gözümün içi, umudum; şansı, bahtı açık olsun Allah’ım! Belli mi olur, bakarsın kabul ederler. Ya terslik çıkarsa! Sus, ağzından yel alsın. İyi düşün, iyi olsun!

Uzak, ulu dağların, mevsimler boyu karlarla kaplı, göz alıcı zirvelerini aşmışlar, ne tünellerden geçmişlerdi öyle. Uçsuz bucaksızmış gibi uzayan ormanların derinliklerinde ilerlemişlerdi saatler boyu. En başta o sessiz, o kimsesiz, karanlığın ortasında ışıl ışıl parlayan küçük istasyonda, gecenin kör karanlığında beklemişlerdi, çok uzak diyarlardan gelip geçen trenleri. Başka türlüsü mümkün müydü, iyi ki öyle olmuştu. Şimdi, güneşe kurşun sıktıracak kadar insanları delirttiği söylenen sıcakları, bitmek bilmeyen nemi ile dillere düşmüş bu kentin sokakları uğur getirir miydi?

Yüksek binanın önüne gelince içi sızladı. Sanki o yapının altında eziliyormuş gibi hissetti kendini, ne kadar heybetli görünüyordu. Hakikat bu muydu? Yoksa hayatın acımasızlığı altında ezilen ruhu öyle mi algılıyordu? İçten içe heyecanı arttı iyiden iyiye. Oğlan meraklı gözlerle etrafına bakınıyor, sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi her şeyi alıcı gözlerle süzüyordu hâlâ. Ne zamandır başı dört dönüyordu. Adam ilerledi girişe doğru. Cam kapıyı açtı ürkekçe. Bir adım attı, gözlerini karşıya dikti. Ardında oğlu duruyordu.

Tam karşıdaki masanın ardında oturan, gelen geçeni dikkatle süzen yaşlı görevli yeni gelenlere baktı, ister istemez adamın ayağındaki terliklere gözü kaydı. Yutkundu, dudaklarını ısırır gibi yaptı. Kaldırdı hemen başını, göz göze geldiler. O gözlerdeki hüzün ne anlatıyordu?
“Buyurun!” dedi.
Adam başını salladı, utangaç, mahcup haliyle, güvercin gibi tedirgin bakışlarıyla süzdü onu. Ne diyeceğini bilemedi ilk anda. Toparlanır gibi oldu, kara gözleri, ezik yüz hatlarıyla yutkundu. Sonra zoraki döküldü sözcükler.
“Oğlanı kayıt ettirecektim de…”
Görevli elini kaldırdı, ötedeki odayı işaret etti.
 “Hocanın odasına gidin!”
Odanın önünde öğrenci ve veliler bekleşiyordu. İçeride gençten biriyle konuşuyordu orta yaşlı bir adam. Alnı iyice açılmıştı, kıvırcık saçları kapatamıyordu tepesini. Kalın gözlükleri vardı. Kravatlıydı. Elini kaldırdı, yan odayı gösterdi.
“Tamam, kaydınızı yaptırın!” dedi.
Çıktılar odadan. Yeni bir öğrenci ile veli odaya doğru meyletmişti ki yurt müdürü onlardan önce davrandı.
“Yurt doldu,” dedi yüksek sesle.
Yeni gelenden başka iki öğrenci daha vardı oysa sırada. Geç mi kalmışlardı?
Yeni gelen adam panikledi, göğsünde ince bir akıntı duyumsadı, oğlunun kolunu tuttu yavaştan. Başı döner gibi oldu. Nerelerden ne engeller aşıp ne zorluklarla gelmişlerdi öyle. Yokluklar içinde ne yapıp edip getirmişti oğlunu. Bir sanatı olur, koluna bir altın bilezik takar, benim gibi olmaz diyerek ne umutlar beslemişti oysa. Barınma sorununu başka türlü çözebilmesi olası değildi.
“Hocam!” dedi, yutkundu. “Uzak yerlerden geldik.”
Daha önce gelen velilerden biri atıldı hemen. Tepeden tırnağa süzdü adamı. Tuzu kuru, üstten bakan gözleri öyle küçümseyiciydi ki.
“Biz de uzaklardan geldik!”
Hocanın içi sızladı adamın duruşuna.
“Hocam,” diyebildi bir kez daha sonradan gelen adam. Gözlerinden yaşlar boşandı sessizce. Yutkundu, toparlanmaya çalıştı ama… Ayağındaki yırtık terliği, üstü başı, umutsuz kara gözleri, dağınık saçlarıyla öyle hüzün vericiydi ki.
Hoca adamın gözlerinin içine baktı, derinlerine. Git ama sonra geri gel diyordu sanki. Kendi çocukluğunu, çaresizliğini mi düşünüyordu o kısacık anda? Enstitüye girdiği ilk günü, umudu, umutsuzluğu, sevinci… Yoksa vicdanının sesi miydi onu öyle alı koyan? Bunca yıl sonra hiçbir şey değişmemiş gibi hâlâ böyle mi olmalıydı? Oysa o zamanlar bunca özel okul, zenginlik, kasvet de yoktu. Bu adamda başkalarında olmayan bir şeyler vardı, ama olmazdı diğerleri varken. Boş yerde kalmamıştı, ne olursa olsun yedi katlı binada bir şeyler yapılamaz mıydı?
Eli boş geri dönenlerin ardından adam da kapıya yöneldi gözleri yaşlı. İçi içini yiyordu. Bahçe duvarına ulaşıncaya kadar arada bir ardına bakıyor, yutkunuyor, kederden geberiyordu. Daha önceden gelseydi, para bulsaydı bir yerlerden… Oğlan daha beterdi, tüm hayalleri suya düşmüştü, okul hayatının sonu muydu? Oysa ne umutlar beslemişti. Diğer öğrenci ve veliler, herkes yoluna gitti. Yol kenarında ilerliyorlardı ki artlarından bir ses duyuldu.
“Siz,” dedi, “biraz gelebilir misiniz?”
Adam kaldı olduğu yerde. Gözleri ışır gibi oldu. İçi eridi sanki. Kimdi? Neler oluyordu? Yoksa… Gözyaşlarını elinin tersiyle sildi sessizce. Döndü usulca.

***

Elinde kamıştan bir sepet vardı, sepetin üstü sıkı sıkı örtülmüştü. Cam kapıyı çaldı yavaştan çocuk.
Alnı iyice açılmış, kıvırcık saçlı, kalın gözlüklü, içerideki orta yaşlı adam başını kaldırdı.
“Gel!” dedi.
Kapıyı açtı usulca. Gözlerinin içi gülüyordu, ürkekti ama kendine güven gelmişti ne zamandır.
“Hocam,” dedi mahcup bir şekilde. Elindekini uzattı. “Babam size elma gönderdi.”
Hoca duraladı. Ne deseydi. Rüşvet alır gibi olacak şey miydi? O kadar abartılacak bir durum olmasa da karınca kararınca o yoksul, son anda o hüzün dolu gözleriyle boynuna sarılmak isteyen adam bir hediye vermek istemişti alt tarafı. Ne çıkardı? Geri çevirmek saygısızlık olurdu ama olmazdı ki… Devlet yurdunda olması gerekeni yaptık, lütuf değil sonuçta diye iç geçirdi. Kalktı, sevecenlikle çocuğun başını okşadı.
“Çok sağ olsun oğlum,” dedi. Sepetten bir tane elma aldı.
Çocuk duraladı.
“Ama…”
“Arkadaşlarınla birlikte siz yiyin! Babana benden çok selam söyle! İçine dert etmesin sakın!”
Çocuk yutkundu, sevgiyle bakakaldı.

Kasım 2017

Not: Haziran 2018 tarihinde Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Internet sitesinde yayınlanmıştır.

http://guneykultursanat.org/index.php/2018/06/22/elma-mevsimi/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine

İşkencecinin Resmi

NIKOLA TESLA

Cinayetleri Gördük