Nanay Nene
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)
Ali Akgün’e…
Hey
gidi Nanay nenem hey!
Sen ki
ne kadar vicdanlıydın, düşmanına bile… Dayım da sana çekmiş derlerdi.
O
davranışın ne muhteşemdi öyle, bunlar böyle midir? Bu kadar yaşanandan sonra
seninle kıyaslamak… Yetmiyor mu sözcükler, değil sen, ağayla bile…
Ağa… Dayımın
can düşmanı dayı…
Ne
biçim yapmıştın ama onu o gün. Dersini aldı mı? O kadar becerikli olsa zaten
öncekiler yaşanmaz mıydı? Ne mi anlar iyilikten, kendini beğenmiş, nasipsiz…
Hani,
ne güzel olmuştu Nanay nene…
O gün
dayım ile ağa dağda karşılaştıklarında uzun atışmalardan sonra tutuşmuşlar
kavgaya. Geldi ha, gitti ha, boğuşmuşlar epeyce. Sonunda ağayı yuvarlamış
tepeden aşağıya. Kolunu, kaburga kemiklerini kırmış. Hak etmiş mi? Acıdan
kıvranırken inleyişi, kan kusturdukları gibi değilmiş. Ne de olsa can tatlı…
Nanay
nenem köyde duymuştun olan biteni. Duyarda durur musun? Hemen yola revan
olmuştun. Ne de olsa yörenin tek kırık çıkık ustasıydın, aksi hali yakışır
mıydı sana, kimsenin aklına bile gelmezdi tersini yapacağın. Zaten başkaları ne
der diye hareket etmez, vicdanını dinlerdin her zaman.
Can
düşmanının evine girince önce sessizlik oldu değil mi? Konaktakiler içten içe
kinle bakmışlardır, bazılarının içinde fırtınalar kopuyor muydu? Yoksa gözleri
her şeyi ele mi veriyordu, gizlemeye gerek duymadılar mı? O durumda belli mi
olur Nanay nene! Neyse ki saldırmamışlar sana, ne de olsa ihtiyaçları vardı.
Nanay
nenem dayımın kırdığı kemikleri düzeltmek için neler yaptın, kaburgalar için
çok uğraştın mı, ağanın yattığı odada çok yoruldun mu? Kırık kemikleri usta
ellerin hemencecik yerine oturtuvermiştir. Su, sabun, ak bez istedin mi
düşmanlarından, verdiler değil mi? Sarıp sarmaladın onu, hasta yatağına uzattın
nazikçe. İşini bitirdikten sonra giderken kapının önünde durup geri döndün.
Hınç ve minnetle bakan ağanın gözleriyle karşılaştığında gözlerin, içini döktün
hiç hesapsız: Ağa ağa, ben buraya yörenin tek kırık çıkık ustası olarak geldim.
Oğlumla mücadelen başka! Bana şükran duygunla bu meseleyi karıştırma, o ayrı bu
ayrı!
Yutkundu
genç adam, hüzünlü, dalgın gözleri tavana bakıyordu, içinde fırtınalar kopuyor,
eski zamanlara tarifsiz bir özlem duyuyordu. Ah ne olurdu…
Nanay
nenem diye iç geçirdi yatağında bir kez daha. Toparlandı düşmana inat…
“Böyle
şey mi olur?” diyen avukat karşısındakine bakıyordu o sıra. Öfkesini belli
etmemeye çalışıyor, ne zamandır umutsuzca direniyor, olanları kabullenemiyordu.
Gözleri çakmak çakmaktı, her yanını ateşler basmıştı sanki.
“Ama
ama bu yaptığınız ortaçağın engizisyon mahkemelerinin yaptıkları… Bu zamanda
böyle şeyler… Cadı avına çıkmış gibi, olacak şey değil!”
“Avukat
bey, neden bahsediyorsunuz siz? Yasada bunun yeri var, siz ne biçim
hukukçusunuz?”
“İyi
de yüzbaşım, bunun farklı yolları var, ille de bu şekilde yapmak hangi vicdana
sığar? Bir hücreye kapatabilir, ne bileyim başka türlü yapabilirsiniz, illa ki
ortalık yerde böyle…”
Sesi
sert çıkan komutanın nevri döner gibi oldu. Bu avukat bozuntusu neden
bahsediyordu, işini ondan mı öğrenecekti. Sınırı aşıyordu, buna da dersini
vermek, haddini bildirmek zorunda kalabilirdi.
“Hayır,”
dedi kahredici bir sesle. Kendinden o kadar emin, o kadar muktedir bir edayla
söyledi ki ötedeki bazı erlerin içine soğuk su serpildi. Yatağın her iki
tarafında, kapının önünde, koğuşun ötesinde berisinde adeta işgal ordusu gibi
her yerde donuk, tepkisiz, robot gibi duruyor, hiç ses çıkarmıyorlardı, çoğunun
gözü avukatın üzerindeydi.
Koğuştaki
diğer hükümlüler yenik bir ordunun neferleri gibi bir kenara çekilmişler, olan
biteni sessizce izliyorlardı perişan bir halde. Başlarında silahlı askerler
duruyordu. Çoğu hükümlünün gözlerine bir şey yapamamanın kahredici hüznü
yansıyor, yapılanı kabul edemiyorlardı, yanlış bir hareket onarılması güç, daha
kötü sonuçlara neden olabilirdi.
Avukatın
cılız karşı çıkışı iyice sönümlendi. Bu şartlarda elinden gelen bir şey de
yoktu zaten.
“Ama
efendim, bu tarz bir muamele, insan…”
“Yeter
artık avukat bey, bu konuşma burada bitmiştir. Sizden mi öğreneceğiz insanlığı,
onuru…”
Yüzü
ekşidi, gözleri ayrıldı komutanın.
“Bu
hükümlü seri bir katil, çok tehlikeli biri, yaptıkları yetmemiş olacak ki
koğuştakileri de ayartıyor, mahkeme salonunda yaptıkları unutulmadı,
diğerlerinin arasına karışmaması, onlarla hiçbir surette temasa geçmemesi
gerekiyor. Haberin yok mu, bu konuda mahkeme kararı var, bir avukat olarak
karara saygılı olmanızı hatırlattırma bana.”
“Size
ders vermeye kalkışmak ne haddime yüzbaşım, ‘ihtilattan men’ konusunu hepimiz
biliriz, ama böyle olmaz ki. Hem ders verir gibi hukuktan bahsediyorsunuz, hem
de seri katil diyerek kanıtlanmamış işleri gerçekmiş gibi ileri sürüyorsunuz.
İlk defa çıkmış bir hükmü keyfinizce böyle uyguluyorsunuz. Benim işim
müvekkilimin haklarını korumak, adalet ve hukuk sınırları içinde ona sahip
çıkmak... Ölçütüm öncelikle insan
hakları evrensel bildirgesidir!”
Yüzbaşı
iyiden iyiye sinirlendi, her şeyi kestirip atmak geldi içinden ama zor tuttu
kendini.
“İç
hukuk,” dedi, “iç hukukumuz insan haklarına saygısız mı demek istiyorsun!
Baksana seri katili bile hala besliyoruz. Kim bilir, bilmediğimiz başka hangi
masum insanların, askerimizin canına kıydı, barikatların ardında Çiğli’de,
Tariş’te, Çimentepe’de…”
Döndü
yatakta yatana baktı. Çıkık elmacık kemikleri ile bir deri bir kemik, adeta
iskelet gibiydi bir zamanların tığ gibi delikanlısı. Gözaltlarındaki kararmış
haleler katman katmandı. Üç numara makine ile kesilmiş saçları, uzamış sakalı
ile çizgili pijamaların içinde askerleri izlemeye çalışıyordu belli belirsiz.
Hüzünlü gözlerini, sanki eski zamanlardan bir şeyler arar gibi bazen tavana
dikiyor, derin derin soluk aldıktan sonra avukata döndürüyordu, en sonunda
dayanamadı.
“Boş
ver ağabey!” dedi.
Bacakları
ve kolları gergin bir halde iyice açılmış, bir zamanlar deli dolu, yerinde
duramayan cüssesi ile çarpı işareti oluşturmuştu, sırtüstü yatıyor, doğru
dürüst kıpırdayamıyordu bile. Her tarafı kasılmış, kol ve bacakları uyuşmuştu.
El ve ayak bileklerini ranzaya bağlayan kelepçeler sıkıyor, sol ayağının
kemiğine dayanan kelepçe müthiş rahatsızlık veriyordu ne zamandır. Pis yatağın
kokusuna alışalı uzun zaman olmuştu. Israrla giymek istemediği, uğruna o kadar
acı çektiği mavi, tek tip elbise yatağının hemen ucuna bırakılmıştı. Başını
kaldırmaya çalıştı.
“Buna
da dayanırız, nelere dayanmadık ki!”
Gözlerini
kapattı, dudaklarını belli belirsiz kıpırdattı.
“Şafak
vakti gencecik, en güzel dostlar zamansız gittikten sonra…”
Haziran 2014
Yorumlar
Yorum Gönder