Kuyu


(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)

Gülden Şener’in anısına…

Bahçenin köşesinde, ağacın altında duruyordum her zamanki gibi. Sessiz sakin. Yazgıma yanarak. Hiç beklemiyordum onu. Böyle olacağını bilemezdim. Ne oldu, nasıl oldu anlayamadım. Yağmur yağmıyordu, yapraklar savruluyordu rüzgârda. Nasıl söylesem, yine yeniden her zamanki gibi bir gündü. Hazan mevsiminde birer ikişer ortadan kaybolan, bir daha haber alınamayan insanların hazin öyküleri ortalıkta dolaşıyor, iç burkuyordu. Hüzünlü bir sonbahardı. Nereden bilebilirdim böyle bir şey olacağını.
Hızla geldi, telaşlı gibiydi ama belli etmiyordu. Küçük, hızlı adımlar atıyor, arada bir etrafını kolaçan ediyordu. Sanki bir şeyler gizliyor, gizli kapaklı işler yapıyordu. Tahta kapının önüne gelince yavaşladı, yavaşça itti kapıyı. Dikmesine lastikle tutturulmuş kapı gıcırtıyla açıldı. Avludaki serçeler havalandı o anda. Yavaş adımlar atarak bana doğru gelmeye başladı. Ürkekti sanki. Sezgileri açıktı belli ki. Her adım atışında ayağının altındaki minik taşlar eziliyor, feryat etmek istiyor ama ses çıkaramıyorlardı, bilirim, oysa ne çok istiyorlardı. Yaklaştı iyice. Hemen yanımda durdu, öylece dikiliyordu ki…
Nereden gelmişti, nasıl birden ardında peydahlanmıştı. Kalın kaslı kolları, uzun boyu, güçlü kuvvetli gövdesi, uzun kirpikleri altından sinsice bakan kara gözleri, sanki gün yüzüne yeni çıkmış gibi duran kara suratıyla tekinsiz bir adamdı. Ne zamandır oralardaydı, kim bilir? Yoksa sokakta, az ötemdeki bahçe duvarının öbür tarafında duran beyaz araçla mı gelmişti?
Onu mu beklemişti?
Ben de fark etmedim, o kaslı adamın gelişini. Belki de evin yan tarafında, benim ardımda duruyordu da o yüzden fark etmedim onu.
Ama o kadın?
Kadın hızlı, telaşlı gelmişti avlu kapısına, bir an duralamıştı. Kendinden emindi, ne yaptığını iyi bilen kararlı insanların ruh hali vardı temiz yüzünde.
İşte tam yanıma gelince arkasındaki adam yaptı yapacağını. Son anda fark etti ama geç kalmıştı kadın. Acıyla inlerken başını ona doğru çevirdi, bir an göz göze geldi adamla. Ellerini başına götürmüştü, ensesine. Dünyası kararırken gözlerini kapattı. Kusacak gibi oldu. Başının üzerinde yıldızlar uçuşuyor, parlak, minik minik kıvılcımlar dans ediyordu. Ellerine kan bulaştı, yapış yapıştı ensesi. Sonra sonra sendeledi iyice. Ayakta zor durur oldu. Her taraf zifiri karanlık bir kuyuya batıyordu. Aysız, yağmurlu gecelerde ıssız bir ormanın ortasıydı sanki. Uzaklarda kurtlar uluyor, çakallar pavkırıyor, tuhaf, gizemli uğultular geliyordu eski yağmurlarla ıslanmış yerin yedi kat dibinden.
Kadın ses çıkaramıyordu artık, başı yana düşmüş, kolları gevşemişti. Tuttu adam onu, sırtını bana dayadı. Yüz yüze geldi kadınla. Yoksa yoksa bu adam o halde bile kadına daha büyük kötülükler mi yapacaktı ortalık yerde? Daha ne yapabilirdi ki? Belli mi olurdu.
Hayır, yapmadı. Kaldırdı, üzerime oturttu, yana çekildi, sonra yavaştan itti. Çıkrık döndü hızla. Kova sarktı aşağıya doğru. Zembereği boşalmış saat gibi öyle hızla döndü ki kol, ip anında boşandı, duvarlarıma çarpa çarpa girdi içime. Hiç ses çıkarmadı, çarptı, gömüldü. Sessiz ama derinlerden gelen, gırtlağı yırtan korkunç bir çığlık gibiydi.
Kayboldu adam ortalıktan.
Her şey bir anda oldu. Görünürlerde kimseler yoktu.
Sonra devindi dünya. Her zamanki gibi devam mı ediyordu hayat, hiçbir şey olmamış gibi. Adam öyle mi sanıyordu? Daha ne yapmak istiyordu, yetmez miydi?
İçim kanıyor, işte tam burası. Orta yerim. Çocuklar oynaşırdı etrafımda bir zamanlar. Bazen birisi yanıma yaklaşır, göbeğini bana dayar, eğilir, bağırırdı.
“Kimse yok mu?”
Rüzgarda sesler yankılanır, dalga dalga olurdu. Suya çarpınca bir hoş olurdum, sevgi seli yayılırdı içime. Ne çok zaman oldu. Nereye gitti o sevimli sesler. Hoyrat, pençe gibi kocaman kıllı eller mi zapt etti her şeyi?
O da ne öyle?
Bir kadın çıktı evden. Neredeydi şimdiye kadar? Gördü mü olanları? Hayır, hiç sanmam. Tepki verirdi, oysa hiç ses çıkmadı. Neler oluyor? Bana doğru geliyor. Susadı mı yoksa? Belki, kim bilir? Yaklaştı iyice. Adımları ne kadar sessiz, kadın ne kadar zarif… Geldi, geldi, ellerini üzerime koydu. Neye bakıyor? Etrafını süzdü, bir şeyler arar gibi. Yutkundu. Mırıldandı belli belirsiz.
“Ne kadar derin bir kuyu!”
Eğdi başını. Uzun uzun baktı içime. Çıkrığın ipi sarkıktı, kova suya gömülmüştü. Tuhaftı, ip dikine inmiyor, kova duvara yakın duruyordu, yerçekimi kanunlarına inat. Ah yoksa yoksa…
Kadının kafasında şimşekler çaktı. Dünyası karardı, gözleri fal taşı gibi açıldı, dudaklarını yaladı, yutkundu. Duvara yapıştı adeta. Bağıramadı. Başı dönmeye başlamıştı. Ne düşünüyor, aklından neler geçiyordu?
Toparlanmaya çalıştı, doğruldu, sırtını döndü, bana yaslandı. Derin derin nefes aldı. Tereddütler içindeydi. Ne yapacağını bilemiyordu, donmuştu sanki. Yüzü bembeyaz oldu, tarifsiz bir hüzünle içi acıyordu belli ki. Elini alnına dayadı, yavaşça adımlar atmaya başladı, eve yöneldi. İçeri girince belli belirsiz o sesi duydum.
“Sizin kuyuya birisi düşse ölür mü?”
Kısa süre sonra kapıda göründüler. Biri önde üçü arkada dört kadındı. Birinin elinde çay bardağı vardı, boşalmıştı. Telaşlıydı, bardağı bir yana bıraktı. Her gün gördüğüm ev sahibi sevecen gelindi. Sıklıkla uğrar, benimle dertleşir, hasbihal ederdi su çekerken.
“Daha önce kuyuya hiç kimse düşmedi ki…”
“Çok derin mi? Suya bakılırsa değil gibi ama…”
Sesi çatallaştı, endişe doluydu.
“Hayır, çok derin!”
Geldi bana doğru, içime baktı. Beti benzi attı. Döndü ardında duran kadına. Diğer ikisi kapı önündeydi, yüksekçe merdivenin başında, eşikliğinin önünde. Hiç ses çıkarmadı kadın. Yutkundu.
O sırada etrafta bir hareketlilik vardı. Kapı önünde duran kadınlardan biri fark etti olan biteni. Gündelik, sıradan bir hal alan baskınlardan biri yaşanıyordu karşı evlerde. Mahallede arama mı yapıyorlardı, yoksa başka bir şey mi vardı? Kadın seslendi.
“İçeri girelim!”
Girdiler, fısıldaştılar. Kısa süre sonra evden aralıklarla teker teker çıktı üç kadın. Sessiz, sakin, ürkek adımlarla, bir gölge gibi kayboldular görünür gözlerden. Sadece ev sahibi kaldı içeride. Arama yapan polisler gidince tıpkı gittikleri gibi sessiz, ürkek adımlarla geri geldi kadınlar, gölgeler gölgeleniyor, sessiz çığlıklar duyuluyordu hüzünlü yüzlerde. Sağır kulaklar alkış tutuyordu feryadı çıkarttıranlara.
Kadınlar konuştular mırıl mırıl.
Her gün başımda durup benimle hasbihal edeni en son çıktı evden. Hüzün dolu gözlerle, endişeli yüzü, yanan içiyle kocasının iş yerine gideceğini söyledi usulca. Diğer iki kadın da yardım için düştü yollara.
Geldiler bir süre sonra. Kadın kocası ile döndü evine. İki de genç adam getirdi diğer iki kadın. İndi birisi içime. Bacaklarını yana açtı, ipten tutunmuştu. Bir diğeri iri yarı, sağlam yapılı olanı çıkrığın başındaydı, sakin görünmeye çalışıyordu ama içi içini yiyordu.
En sonunda onu içimden çıkarınca kadınlar donakaldı. Toplantıya gelmeyen en yakın arkadaşlarıydı. Islak bedeni üşümüş, katılaşır gibi olmuştu, sanki uyuyordu. Kim bilir ne acılar çekmişti. Eylülün acılara acılar kattığı, sürek avlarında nice canlar yaktığı bu zamanda yüreklere yeni bir kor daha düştü. İçim acıyor, tam da o güzel insanın kanlar içinde sessiz çığlıklarla düştüğü yerim. Ben sebep oldum o cinayete. Burada, bu avluda ben olmasam bu kadar kolay gafil avlayamazdı katil.
Taşıdılar aceleyle evin içine. Mırıl mırıl konuştular ne yapalım diye. Sonra sokakta bir otomobil göründü, durdu tam kapının önünde. Ortalık henüz kararmadan, etraf nefti yeşil sessizliğe bürünmeden önce bir halıya sardılar onu. Halıyı otomobilin bagajına koydular sessizce ve hüzünle. Neden öyle yaptılar sanki? Başka ne yapabilirlerdi ki…
Otomobil Samsun yolu kenarında boş bir arsanın kıyısında durmuş. Ankara’nın puslu havasında halının içinden çıkarıp bırakmışlar onu oraya. Kadın bir öğretmenmiş, sevgi doluymuş öğrencilerine, insanlara, yurduna, doğaya. Dik duran, hayat dolu. Cesedi görenler haber vermiş devlet güvenlik güçlerine.
Günler sonra hepsi birden keşif için geldiler başıma. Katili bulmak için. Dört kadını bir kez daha teker teker sorguya çektiler etrafımda, dolaştırdılar avluda, evin içinde. Neler neler söyletmeye çalışmadılar ki... Eylülden sonraki hazan mevsiminde dipsiz kuyular gibi kör karanlıklarda korkunç eziyetler çeken o kadınlar ne kadar da dirençliydiler berbat hallerine rağmen.
Kalın kaslı kolları, uzun boyu, güçlü kuvvetli gövdesi, uzun kirpikleri altından sinsice bakan kara gözleri, sanki gün yüzüne yeni çıkmış gibi duran kara suratıyla tekinsiz bir adam da etrafımda dolanıp kadınları sorguya çekti muzaffer bir edayla.
Yandım, kahroldum.
Kasım 2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine

İşkencecinin Resmi

NIKOLA TESLA

Cinayetleri Gördük