Şarkı Söylüyor Ağaçlar
Beni
bıraktıktan kısa süre önce bizim evi terk etmişler.
Ne
kadar şaşırmıştım. Henüz bir gün bile geçmemişti, üstelik hiç param da yoktu.
Olacak şey mi? Birisi dolmuş paramı verirken diğeri babacan havalarda tehditle karışık nasihat
etti.
Büro
gibi bir yere almışlardı, masa başında başkaları da oturuyordu, halime acır
gibiydiler. Sanki kendileri ile ilgili düşüncelerimi değiştirmek ister gibi bir
dertleri vardı. Hiç eziyet etmediler, ne olup ne olmadığım halimden belli oluyormuş,
öyle söylediler.
Sadece
o soğuk, dar, karanlık betonda yattığımla kaldım. Tabi bana yetti, eski
hastalığıma tekrar yakalandım.
Orası
beş yıl önceki gibi değildi. İki metre boyu, bir metre eni ile mezar gibi kör
karanlık olsa da temizdi. Duvarlarda izler yoktu. Hayır, paslı halkaları da görmedim. Gün boyu yalnız kaldım, birkaç kişinin iniltisi
geliyordu görünmez yerlerden.
Eski
günleri düşününce ortalık ne kadar farklıydı. Kısa süre önce bir grup
parlamenter teftiş yapmış, diyorlar.
Yoksa
her şey kuru bir görüntüden mi ibaretti? Öyle bile olsa neden bana iyi
davrandılar o zaman? Yoksa cellâdını seven kurbana mı dönüşmeye başladım?
Bizimkilere
ne yaptılar acaba?
Dostum,
nasıl unuturum o kazayı. Son anda sayende kıl payı sıyırmıştım. Az daha
pisipisine öbür tarafa gidiyordum. Geriye dönüp bakınca ilk olay komik geliyor
insana.
O gün
inşaatın beşinci katında balkon demiri takıyorduk yorgun argın. Kaynak
makinesini tuttuğum an elektrik kaçağına yakalandım. Ne bileyim şaside kaçak
olduğunu? Ben patırdarken karşıma geçip kahkahalar atmış, gülmekten yerlere
yatmıştın. Sarsıntılar arasında çığlık atıyordum. Ben bağırdıkça, ‘Doğru akım
bir şey yapmaz, alış’ derken gülüyordun. Zevkten dört köşe olmuş gibiydin.
Saçlarım diken diken olduğunda bile hâlâ dalga geçiyordun. En sonunda makineyi
kapatırken başını kaldırıp ‘Artık yeter!’ dedin.
Duvar
dibine geçmiştim, derinden derine nefes alırken kızgınlıkla sana bağırdım, hala
gülüyordun. Cins herif! Al işte, gör gününü, bana alış, derken sen ne haldesin
şimdi!
Ah
dostum, ya sonraki olay? Tam bir felaket
olabilirdi.
İlk
olayın şokunu henüz atlatmıştım, o gün tüm sakarlığım üzerimdeydi demek ki.
Demirleri yerine yerleştirmiştik, ben tutuyordum, sen punta atıyordun. Nasıl
olduysa, bir anda kayıverdi o ağır parça.
Hangi
akılla onu tutmaya kalkıştım? Tekrar beş kat onu çıkarmak mı zor olur, diye
düşündüm. Yetmiyor gibi, yana yattığı zaman tutarım umuduyla üzerine çıktım,
sanki çelimsiz bedenimi de alıp götürmeyecekmiş gibi. Gürültüyle aşağı doğru
kaymaya başladığı sırada karşı apartmandaki kadın ne biçim çığlık attı öyle.
Anlık bir şeydi, can havliyle beni nasıl kaptın. Yana çekip kucaklarken kolumu
sıyıran balkon demiri başımın hemen yanından aşağı indiği sırada ikimiz birden
balkon duvarına doğru yuvarlandık, altta sen, üstte ben.
Kıl
payı kurtardın. Kısacık o an aklıma gelince şimdi bile ne biçim bacaklarım
titrer. Kolumdaki şişlikler hala durur, ur gibi. Can dostum...
Gözlerim
dolmuştu, toparlanmaya çalıştım. Girişten geriye doğru salona baktım. Her şey
derli topluydu, olanlardan iz kalmamıştı. İlerledim, mutfağa girdiğimde balkon
kapısı biraz aralıktı, o tarafa yürüdüm.
Vakit
ikindiyi geçmişti, akşam oluyordu. Güneşin hüzünlü ışıkları, kül renkli bozkırı
rengârenk boyuyor, karşı tepelerde uzun gölgeler oluşturuyordu. Kurşuni
bulutlar gökyüzünde dans ederken usulca esen hüzünlü bahar rüzgârı nemli toprak
kokusunu içeri dolduruyordu, hemen yandaki başağa duran ekinlerin arasından
sızarak.
Kapıyı
açarken usulca başımı kaldırdım. Tatlı, hoş bir rüzgâr yüzümü yaladı.
Küçük
dere şırıltıyla hüzünlü bir melodi söylüyor. Ötelerdeki ekinler uğulduyor, bir
o yana, bir bu yana sallanıyor, ara boşluklarda kuşlar sekiyor. Tarlanın
ötesinde eski binaların önünde birileri yürüyor, daha ötede bir hareketlilik
gözleniyor belli belirsiz. Yine bir şey mi oldu acaba? Yoksa akşam telaşı mı?
Daralıyorum,
göğüs kafesim iyice sıkışıyor.
Yanda
yarım bırakılmış inşaatlarda hiç hayat belirtisi yok. Duraktaki otobüs hareket
ediyor, bozuk yolda ağır aksak bir otomobil ilerliyor. Buraya gelen patika yer
yer çamurlu; yol boyunca kimseler yok, aç köpekten başka.
Ne
yapsam ki? Nasıl etsem de bu sıkıntıyı dağıtsam?
Köşeye
eski bir dolmuş yanaştı. Bekleyen adam mı binecek? Hayır, birisi iniyor.
Elimdekini
çöp kutusuna atıyorum, yere düşen soğan kabuğunu da. Kapağı indirirken koku
burnuma hücum ediyor, kapatıyorum. Belimi doğrulttuğum sırada balkon demiri üzerinden
gözüm kayıyor.
Dolmuş
yavaşça harekete geçti, bekleyen adam yok. Dolmuşa mı bindi? Bu tarafa iki kişi
geliyor. O da ne öyle? Önde yürüyen…
Ne
kadar da ona benziyor. Gördü beni. El sallıyor. Yoksa… İnanamıyorum, çıkmış,
geliyor.
Sevinçle
doğruluyorum, gözlerim parlıyor, içim açılıyor, yüzümde hoş bir gülümseme.
Zıplayarak el sallamaya başlıyorum, kafamda şimşekler çakıyor.
Yalınayak
halimle bir hamlede balkon demirinden sıçrıyor, yere atlıyorum. Dereyi nasıl
geçtim hatırlamıyorum, var gücümle koşuyorum. Çıplak ayaklarım ekinleri
çiğniyor. Toprak yumuşak, ayağım bazen gömülüyor. Ellerim okşar gibi başaklara
dokunuyor. Kan dolaşımım hızlanıyor, sanki başka âlemlerdeyim, sarhoş gibi.
Rüzgâr
hüzünlü melodiyi çoktan değiştirdi, güzel şarkılar söylüyor.
Sevinçten
uçuyorum. Ayaklarım yerden kesilmese, hayat hep böyle olsa. Ekinlere zarar
vermesem, hep uçsam! Börtü böcek, otlar bayram etse.
Halimi
görünce o da koşmaya çalışıyor. Her halinden belli yüzünden halsizlik akıyor.
Koşuyor, bana doğru geliyor.
Günlerin
biriktirdiği bıktırıcı belirsizlik bitiyor.
Arkasındaki
adam şaşkınlıkla bize bakıyor.
Şarkı
söylüyor ağaçlar, evler, ekinler, toprak. Alkış tutuyor gökyüzü. Güneşin sarı
ışıkları iç açmaya başlıyor, canlanıyor, kurşuni bulutlar renk değiştiriyor.
Kuşlar tepemizde dans ediyor, hale olmuşlar gibi. Her şey, her
şey bizimle koşuyor.
Kollarımı
yana açıyor, başımı eğiyorum. Ayaklarım yerden kesileli çok oldu, hiçbir şey
batmıyor, toprak arkama doğru hızla akıyor; buğday sapları, tezekler, arada
telaş içerisinde hareket eden börtü böcek de.
Kollarını
açmış bana doğru koşuyor, sevinçle gülüyor, etraftan bakanlara o da aldırmıyor.
Tarlanın ortasında, elektrik direğinin hemen dibinde kucaklaşıyoruz. Sarılırken
çarpışmanın etkisi ile hızla yere düşüyor, ekinleri ezerek yuvarlanıyoruz.
Toprak, böcekler, güneş, dostum hep beraber bahtiyarız, hiç olmadığımız kadar.
Sevinçten
gözyaşlarım süzülüyor. Duruluyor, kara toprağa oturuyoruz başakların arasına.
Kara gözlerim hüzün ve özlemle ona bakıyor. Bir süre hiç konuşmuyor, nefes
alıyoruz. Uzun söze gerek yok! Birden göğsüne hafif yumruklar indirmeye
başlıyorum, duramıyor,
“En
sonunda nihayet çıktın,” diyorum.
“Evet,”
diyor.
“Ya
Necat?”
“O
hala orada, ne olacağı belli değil!”
“Neler
oluyor, dertleri neymiş?”
Yere
iyice yerleşiyor, büktüğü dizlerinin altından ellerini doluyor, başını kaldırıp
hüzünle gökyüzüne bakarak,
“Asıl
dertleri,” diyor, “Necat, mahvettiler onu. Hâlâ devam ediyorlar. Eski
günlerdeki gibi, hatta daha da beter. Bilirsin, bunlar teknik çalışırlar. Kaba
işleri yok, her şeyi inceden inceye yapıyorlar. Dıştan bakınca bir şey belli
olmuyor. Bilinen usullerin hepsini deniyorlar.”
“Bizi…”
“Seni
bana da sordular. Sen dua et, o gün yanılıp yakılıp onlardan sonra eve
gelseydin, hepimizin daha beter çekeceği vardı. Nereye gittin, kimlere haber
verdin? Bitmek bilmez ahret sorularına başlarlardı. Hasta halini görünce…”
“Senle
dertleri neymiş? Neden uzattılar?”
Başını
sağa sola sallarken acıyla gülüyor.
“Adamların
hallerini görmeni isterdim. İlk başta hepsi birden üzerime çullandı. ‘Ne
ararken ne bulduk’ derken mal bulmuş Mağribi gibilerdi. Eski dosyaları
açmışlar. Hatırlar mısın? Hani yedi yıl önce, cuntanın ilk haftasında bir sürü
arkadaşla beraber aranır duruma düşmüştüm.”
“Evet!”
“İşte
o yüzden hepsi birden çöreklendi, kimi ararken kimi bulduk diyerek zevkten dört
köşe oldular. Ama ne olursa olsun, yine de hiçbir şey eskisi gibi değil, ne de
olsa ortalık süt liman oldu, her şeyi istedikleri gibi şekillendiriyorlar.”
“Çok
işkence yaptılar mı?”
“Eh,
olsun o kadar!”
Neden
böyle bir soru sordum ki! Havası bile yetiyor diye iç geçiriyorum.
“Bana
bir şey yapmadılar ama soğuk beton yetti, eski hastalığım hortladı.”
“Evet,
bir şey yapmalarına gerek yok, orada olmak bile yeterli!”
O an
ekinlerin arasından bir serçe havalanıyor pır pır ederek. Dallar sallanıyor.
Ardından daha büyükçe bir kuş kanat çırpıyor, irkiliyorum.
O
gözlerini kısıyor, gülüyor ve ekliyor:
“Dalda
serçe var!”
“Dal’da
kuş var,” diye tekrarlıyorum.
Yavaşça
kalkıyor, eve doğru ilerliyoruz mırıl mırıl konuşarak. İçimde depremler oluyor,
fırtınalar kopuyor. Gözlerimde şimşekler çakıyor, atılıyorum.
“Gel,
bir galon şarap alalım en ucuzundan… Öküzgözü olsun! Gidelim Eskişehir yoluna,
çıkalım hemen yol kenarındaki tepeye, güneş henüz batarken birlikte hep haykıralım!”
Gözlerini
ayırıyor. Sanki birden, eski zamanları arar gibi neşeyle doluyor.
“Gitarıyla
Elif’te gelsin,” diyor, “çok uzak diyarlardan. Tıpkı eski zamanlardaki gibi
zapt edelim yolları, meydanları. Yoldan geçen otomobildekilere tıpkı o güzel
filmdeki gibi haykıralım.”
O an gözlerimiz
çakışıyor, dudaklarımızdan aynı sözler dökülüyor:
“Gidin,
gidin, televizyonlarınızın başına gidin, ertesi gün aynı şeyleri yapmak için.
Ölüm döşeğinde son nefesinizi verirken güvenli kafesinizde rahat yaşadım, demek
için!”
Aralık 2009 / Eylül 2012
Yorumlar
Yorum Gönder