Soruşturma

(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.) 

Kahvenin önünde ayakta duruyordu haberci. Ceketini elinde tutuyor, etrafı süzüyordu sessiz sakin. Yanı başında sandalyede oturan kıvırcık saçlı biri vardı; yayvan sandalyeye bağdaş kurmuş yaşlı, kara, buruşuk yüzlü, kasketli bir diğeri ile sohbet ediyor, üç gün sonra yapılacak belediye seçimleri hakkında tahmin yürütüyorlardı belli belirsiz sesleriyle. Kıvırcığın hareketini görünce haberci işkillendi, yüzünde zoraki bir gülümseme belirdi.
“Niye kaş göz ediyorsun, elbette yine doğru yol kazanacak!” dedi.
Kıvırcık gülerek göz kırptı, adeta mest olmuş gibiydi.
“Hah işte, sonunda doğru yolu buldun!”
“Aklınca beni gıcık mı edeceksin, bunca yıl sonra sayende hidayete ererim belki.”
Babacan bir yüz ifadesiyle yaşlıca adam atıldı, kara gözleri ışıdı.
“Oğlum, baban ne kadar mutlu olur!”
O an arkadan kan ter içinde gelen garson elindekini sallarken üst perdeden davudi bir sesle bağırdı.
“Buyurun beyler, burası söğüt gölgesi değil!”
“Tamam, oğlum, bu kadar sık çay mı içilir,” diyen yaşlı adam kaşlarını çatarak uzatılan çayı aldı.
O sırada aheste adımlarla ilerleyen eski bir tanıdık onlara iyice yaklaşmıştı. Başını kaldırırken gözlerini kıstı, elini şakağına doğru yaklaştırırken yavaşça başını indirdi.
“Merhabalar!”
Soğuk bir ifadeyle üçü birden karşılık verdi.
“Merhaba!”
Yeni gelen adam habercinin gözlerine baktı, belli belirsiz yutkundu.
Kıvırcık yana döndü, bacağını kaşıdı. Doğruldu, karıştırdıktan sonra çaydan bir yudum içti. Dudak büktü, haydi canım sende der gibi homurdandı.
“Ne iş, önde gidiyormuşsunuz! Herkese bol kepçe para dağıtıyormuşsunuz!”
Az önce doğru yol kazanacak demesine rağmen kaş göz etti haberci.
“Siz yeni mi duydunuz, üç çuval para geldi, belediye bizim olacak! Eğri yol mu, doğru yol mu; yoksa değiştiğini söyleyen eski belalı ağaların mı yolu göreceğiz. Tüm Çukurova’da buradan başka kaç yerde varsınız ki!”
Gözleri ayrılan yaşlı adam bileğindeki tespihi avucuna aldı, başını sağa sola salladı.
“Hayrola, şimdi de aşırı solcu gibi. Tövbe, tövbe, siyaset çoluk çocuğun mu eline kaldı!”
Haberci güldü.
“Yok, dayı! İşi bileceksin, işe gitmeyeceksin, ben iktidardan yanayım.”
Yaşlı adam kibirli bir edayla kaşlarını çatarak,
“Allah kimseyi doğru yoldan ayırmasın!” dedi, kısmış gözleriyle yeni gelene bakarken.
“Yok, öyle kızmak yok, sırayla yer değiştiren ağalar gidecek, gençler gelecek,” diyen haberci yeni gelene göz kırptı.
“Haydi gidelim!”
“…”
Birkaç adım attıktan sonra göz süzerek sordu yeni gelen.
“Ne yaptın, bir şey çıkacak mı?”
Kahveden içeri adım atarken etrafı süzdü.
Duvar dibine dizilmiş tahta sandalyelerde kimse oturmuyordu. Orta yerde kâğıt oynanan masalar kumaşla örtülüydü; zemin sigara izmaritleri ile doluydu. Pencereler açıktı. Çay ocağının yanına yerleştirilen teypten ‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’ diyen ağlamaklı bir ses yükseliyordu.
Maço, iş bitirici, çiftçi, serseri, hırlı, çok azı işçi, çoğu yanık tenli bir sürü kafadan ayrı ses çıkıyor, kimisi bağırıyordu. Bazı yaşlıların başında kasket, bacağında şalvar vardı.
Haberci iskambil oynayanlara doğru yöneldiğinde kolundan tutarak kenardaki sandalyeleri gösterdi diğeri.
“Bir dakika, hadi biraz konuşalım!”
“Ne iş!”
“Ne oldu benim güvenlik soruşturması?”
Başını salladı, kaşını kaldırırken kenara yöneldi.
“Ya emmioğlu, bu iş zor!”
‘Şu hale bak, ne hallere düştüm’ diye iç geçirdi o. İstem dışı kaşları çatıldı.
Sandalyelere oturdular.
“Zor olan ne? Numara yapma şimdi!”
“Vatandaşla görüştüm, kara kaplı defterinde iki buçuk sayfayı işgal ediyor, bu ilçede ilk ona giriyormuşsun!”
“Eee?”
Başını indirip gözbebeklerini kaldırdı ona bakarak.
“Ama işini görecek!”
Homurdandığında gözleri ayrıldı ötekinin.
“Nasıl?”
“Beş bin lira istiyor, her şeyin bir bedeli var!”
Yüreğinin derinliklerinden gelen sıkıntıyla gözleri fal taşı gibi açıldı adamın. Göğüs kafesinin tam ortasından aşağı inen bir sıcaklık duyumsadı, bacakları titredi. Alnı saçlarıyla birlikte hızla geriye kaydı, yüzü kızarırken yanıt verdi.
“Çuvalla para gelmiş işte! Beş bin lira da benim için ver, kendini buranın kralı sanan o mahalle bekçisine!”
Hala tepeden bakıyordu haberci, gözlerini kıstı, dikeldi.
“Sen bilirsin, ben hayat üniversitesini bitirdim.”
“Ortaokul ikiden sonra büyük başarı! Ne de olsa, öğretmen olur onayı sizin elinizden geçiyor.”
“Keyfin bilir!”
“Bu soruşturmada son sözü söyleyen senin bekçi ilkokuldan sonra hayat üniversitesinde doktora yapmış olmalı!”
Kaşını kaldırdı.
“Bırak şimdi okumuş ayaklarını, ne fark eder, herkes işini yapıyor!”
Hoca tepeden tırnağa süzdü haberciyi. Gözünün içine bakarken hıh dediği sırada başını sallandı ileri geri. Ayağa kalktı, içinde fırtınalar kopuyordu. ‘Zaten bu önemli kişilik anten değil mi, benimle ilgili en ayrıntılı bilgileri vermiyor mu?’ diye iç geçirdi.
Kendisiyle hesaplaşmaya başladı utançla. İçi kanıyor, yüreği sızlıyor, söz dinletemiyordu gönlüne. Beyninde şimşekler çakıyordu.
Neden, neden yedi yıl sonra asıl mesleğinden başka bir sürü iş yaptıktan, onca sıkıntıdan sonra bunlarla pazarlık yapıyorsun. Deli gönül, yoruldun mu? Ne yaparsan yap, mahkemede bir şey elde edemesen bile, git, dağlardan ot topla! Ortamın değiştiğini sanıyordun! Seçim zamanı işi bitirecektin, iş bitiricilerin dünyasında böyle işler sana göre değil, ancak rüyanda görürsün! Birde ateşler içinde sınava girmiştin, artık dayanamıyorum diyerek şantiyedeki işi bırakmış, ne çok heveslenmiştin, derdine yan! Okulu bittirdiğin zamanlarda, cuntanın ilk yıllarında eleme sınavı mı vardı! Bu iş yine bilinmez bir bahara kaldı. Dayan dizlerim dayan!
“Ya sabır, ya sabır!” diye homurdandı nefretle.

Ağustos 2007 / Eylül 2012

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine

İşkencecinin Resmi

NIKOLA TESLA

Cinayetleri Gördük