“Yaşamak halk olmak, doğa olmak demektir. Yaşamak halkın ve doğanın sonsuzluğunda yaşamaktır. Bir sınıfın sınırında yaşamak insanı zenginleştirmez, fukaralaştırır. Bir öykünücüler içindeysen o temelsiz, ne idüğü belirsizlerdensen iyice fakirleşmişsin demektir. Yenilik arıyorlar birde, yeniliğe halkın ve doğanın sonsuzluğunda varılır,” diyen büyük ustanın bu sözleri belki de onun yaşamının, dünyaya bakışının özetidir. Yaşar Kemal, halka inelim, halka gidelim diyen ve İstanbul Türkçesini merkeze koyan Cumhuriyet aydınlarından çok başka bir yerde durur, Türkçenin tüm şivelerine eşit mesafededir, hepsini zenginlik sayar. Halkın seviyesine inelim diyenler, halka tepeden bakıp üstün olduklarını, beyinlerinin kıvrımlarındaki kibri de açık ederler, kendilerini her şeyin merkezine koyarlar, niyetlerini örtük dillendirseler de. Bu söylem erken dönem Cumhuriyet aydınının zihinsel dünyasını ele verir. Ancak her şeye rağmen onların en azından halka inmek, halka gitmek diye bir dertleri vardır
Çok yakın zamanda kansere yenik düşen dost canlısı Hürol abimin anısına sevgilerle... ÖNSÖZ Yaşlı bir adam, ulu bir çınar geçmişi düşünürken ne hisseder? Hele bu insan feleğin çemberinden geçmişse ne der soranlara? İçindeki çocuğumu arar, yoksa ömrünün son demlerinde başka türlü bir hayatın özlemiyle eski günlerini, nerede yanlış yaptığını ya da çok güzel bir hayat yaşadığını mı sorgular? Bu elbette derin, kimine göre yakıcı bir sorundur. Gönül rahatlığı ile, ‘Yaşadım erik ağaçları şahidimdir, yıldızlar şahidim’ diyen şair için bunun cevabı başka ise kahramanımız için daha değişiktir elbette. Sitemle karışık pişmanlık anlatan bir yaşamın özetidir sanki şu sözler: “Keşke Cahit Duman olarak kalsaydım, Çolak Cahit olmuşuz da ne olmuş, dipsiz ambar, boş külek!” Ardından savunma yapar gibi, “Ama bize kimse kalem uzatmadı, hep bıçak tutuşturdular elimize,” diye devam eden Çolak Cahit’in iç dünyasına yolculuğa davet ediyor yazar bizi... Bu bağlamda onun iç dünyasını ele v
"Bir anlatıcı olarak Yaşar Kemal'i kavrayabilmek için öncelikle onun anlatı coğrafyasına bakmak gerekir," diyor Feridun Andaç. Yaşar Kemal ağırlıklı olarak Çukurova’yı anlatır, anlatılan elbette bire bir orası değildir, kendi imgeleminden süzülüp gelen doğanın renkleri, dokusu, insan ruhunun derinlerine işleyen ritmi onun anlatısına özgüdür. Buradaki mekan duygusu, duygunun biçimleyici ögesi olan doğa, bir roman kahramanı olarak her söze siner, sözcüklerin satır aralarından fışkırır. Elbette onu var eden mekan / doğa yazı dünyasının biçimleyici ögesidir, ona yaratıcılığın büyüsünü armağan etmiştir ama gerçekte var olan Çukurova’nın rengi, biçimi başkadır, herkes onu kendince farklı algılar. Yazar var olanı dönüştürür, yeniden yaratır, kendine özgü yeni bir söyleyiş biçimi kurar. Belki de onun doğa gerçeğine bakışının temel dayanağı buradadır. Yaratıcı bir anlatıcının kurduğu evren insan-doğa gerçekliğinin dönemsel varoluşunu yansıtır. Gerçekliği anlatıya dökme konus
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.) Hava soğuk, etraf buz kesmiş sanki. İnsanın içine işliyor ayaz. Bu havada vay ki vay fakir fukaranın haline! Sokak köpekleri bile sinmiş köşelere. Ağaçlar, kaldırımlar, kısmen arabalar, her yer beyaza kesmiş. Dünya bir boya çukuruna batırılıp çıkarılmış sanki. Sadece bazı yerlerinden damlamış zerrecikler, sulu çamurlar görünüyor. Ağaçlar bile ne biçim titreşiyor, kuşlar cıvıldaşmıyor. Yol her zamanki gibi tıkış tepiş, araçlarla dolu, ağır aksak ilerliyorlar, sabah telaşıyla insanlar işlerine gitmeye çalışıyor. Öteler, opera binasının oralar nasıldır kim bilir şimdi? Burası böyle olduktan sonra… Eh, ne de olsa otogarın keşmekeşi. Yenisini bir türlü bitiremediler. Her zaman içimi bunaltır burası. Yabansı bir edayla etrafına bakınan yeni gelenler, hüzünle el sallayarak gidenler, uzak diyarlardan gelen eş dostlarını karşılayanlar, ellerinde valizleriyle bekleşenler, onca kalabalığın arasında tepeden bakan gözleriyle etrafı kolaçan eden eli silahl
"Askerler! Karşınızdaki düşmanı yeneceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Önce ben ileri gideyim. Size kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız." (Sayfa 95) [...] "Rusya dahilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem birtakım evlâtları oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. İşte bu serseriler bir iş yapmak hülyasına kapılarak zahiren memleketimize ve milletimize nâfi olmak için Türkiye komünist fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir hissi vatanperverane ile ve bir hissi hakiki milli ile değil, benim kanaatimce belki kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için bir takım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları teşebbüs Rus bolşevizmini muhtelif kanallardan memleket dahiline sokmak olmuştur. Bu suretle memleketimize, m
39 yıl önce 39 yaşında öldürülen Adana TİP İl Başkanı, Avukat, Şair Ceyhun Can ağabeyin anısına... Kurşun düşüyor beynime şimdi İri bir çiçek açıyor başımda kanım Kör bir kurşun işliyor kanımı şimdi Ceyhun Can Kapıdan başımı uzattığım zaman onları gördüm, içim sevinçle doldu. Masanın önünde oturan Halit elindeki dergiyi karıştırıyordu, başını önüne eğmiş, kulak kesilmiş bir halde. O masanın öbür yanındaydı, boynunu öne doğru uzatmıştı, bir şeyler anlatıyordu. Karşı pencereden giren tatlı esinti tülü havalandırıyor, egzoz homurtularını, sokağın gürültüsünü içeri dolduruyordu öğlenin bu saatinde. Adımlarımı atarken başımı salladım. “Merhabalar!” Hafifçe başını kaldırdı. “Merhaba!” Gözlerini kıstı, dudaklarında bir tebessüm oluştu. Saygıyla tekrar başımı salladım. Halit ayağa kalktı, elini uzattı, gülüyordu. “Merhaba!” dedi, “kaçak gelmiş, neredesin?” Hiç konuşmadım, sadece güldüm. Birkaç adım attığım zaman masanın önündeki koltuğa ulaştım. Halit e
Birinci Dünya Savaşının kırım yıllarında Yaşar Kemal’in ailesi Van'ın Muradiye ilçesinin Ernis (Arnes) köyünden göç yollarına savrulur. Savaş kapıya dayanmıştır. Top güllesi köyün içine düşer, Rus orduları gelmektedir. Köyün yanından akan Bendimahi adında bir çay ve burada bir köprü vardır, doğu yakasındadır. Bir anda yollara düşen insanlar köprüye sığamazlar, ortalık toz dumandır, insanlar birbirini kırmaktadır ancak yataklarını bıraktıktan ya da akarsuya attıktan sonra ilerleyebilirler. Bu sırada babasının dayı kızları Hazal ile Zübeyde el ele tutuşup ilerledikleri sırada bir şarapnel parçası gelir, kızların kollarını koparır, birinin sağ diğerinin sol kolu kopmuştur. Ortalıkta bir sürü ölü yaralı vardır, aşağı indikleri zaman aşiret reisi Gulihan bey babasını (babasının amcasıdır) çağırır ve “Sadık git, gölün kıyısında kayada oturan Hüseyin’i al gel” der. “Onu ancak sen getirebilirsin.” Hüseyin İstanbul’da okuyup tekrar Van'a dönmüştür, kara sevdalıdır, her sabah t
Yıllar önce, belki yirmi yıl önce Bornova büyük parkta görmüştüm onu. Bin operasyon günleriydi. Devlet terörünün dehşet saçtığı, katillerin cirit attığı, ölülerin bile kayıp edildiği, toplu mezarlara gömüldüğü zamanlardı. Adını çok iyi bilsem de gördüğüm insanın o olduğunu anlamamıştım. Yedi sekiz kişilerdi; Alime, Osman, Muammer aklımda kalanlar. Öylesine laflıyorlardı. Gündelik olaylardan konuşuyor, olan bitene kızıyor, yenilmiş olmanın, siyaseten müdahale edememenin ezikliğini yaşıyorlardı. Bir ara kızgınlıkla bir şeyler söyledi. Konuya dair bilmiş havalarda karşılık verdim, herhangi biri sanmıştım. Baktı belli belirsiz bir gülümsemeyle. Sanırım beni öğrenci sandı. Osman kulağıma fısıldadı, yutkundum, adını söylemişti. Ne zaman Nasuh Mitap adını duysam, bir yerlerde okusam; zamansız, boşlukta asılı gibi duran bir mekan, nerede olduğunu tam bilemediğim karanlık, soğuk hücreler aklıma gelir onunla birlikte. Benim gibi güneyde bir yerlerde Akdeniz esintileri ile büyümüş
Vahşi Amerikan kapitalizmine ayak uyduramadığı için en sonunda Yugoslavya devletinin emekli maaşı ile yaşamını sürdürmek zorunda kalan, sadece parası değil icatları da yağmalanan ilkeli bilim insanı bir yerde şöyle söyler: “Benden yıllar sonra Marconi radyoyu icat etti, benim ondan önce yaptığım radyo dalgaları ile ses iletimini gerçekleştirmiş olmam göz ardı edildi. Sen misin paraya önem vermeyen, insanların bedava elektrik kullanmaları için çalışan, yaptıkların hiçbir şekilde ortaya çıkarılmaz işte! Ben bilim adamıyım! Hiçbir zaman ticaret adamı olamadım! Yaşlılığımda çok parasızlık çektim, yoksul bir yaşam sürdüm.” (Arka kapak yazısından) (...) Tesla’nın gündelik hayata yansıyan icatlarının yanı sıra bazı projeleri yarım kalır. Özellikle telsiz enerji iletimi konusundaki projesi tüm sanayi ve toplumsal hayatı kökünden sarsacak niteliktedir. [...] Tüm bunların, ekonominin yanı sıra ayrıca askeri, kültürel, ideolojik boyutları da vardır. Tesla öldükten sonra FBI, onun gözü gibi ko
Baskı 1- 1000 Adet Baskı 2- 1000 Adet Baskı 1- 2000 Adet Yeni baskı için önsöz Bu romana başladıktan, ilk cümleyi yazdıktan iki yıl sonra son noktayı koyduğumu düşünmüştüm. Ancak yeni tanıklara ulaştıkça son noktanın hiçte kolay olmadığını gördüm. Gerek olayların üzerinden uzun zaman geçmiş olması, gerekse yeni bilgiler ışığında kör noktaları doldurmak için yeni tanıkları bulmanın zorluğu sonuç almayı oldukça sıkıntılı bir hale soktu. Bazı dostları gökte ararken yerde buldum, bir gezide tesadüfen önüme çıkanlar oldu; bazen onlar beni buldu, telefondaki ses kendini tanıtınca uzun yıllar sonra ağlaştık karşılıklı. Romanı yayınlatma konusunda yaşanan sıkıntılardan kaynaklı gecikme bu yönüyle belki de daha iyi oldu. İlk baskı ancak dokuz yıl sonra yapılabildi, basılmadan önce dosya, Kenan Evren davasına müdahil olmak için verilen 1060 / 2012 nolu dilekçeye eklendi ancak başvuru kabul edilmedi. Kitap yayınlandıktan sonra izi kaybedilmiş yeni dostlara ulaşmak daha kolay old
Yorumlar
Yorum Gönder