Durakta Üç Kişi
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)
Hava soğuk, etraf buz kesmiş sanki. İnsanın içine işliyor ayaz. Bu havada vay ki vay fakir fukaranın haline! Sokak köpekleri bile sinmiş köşelere. Ağaçlar, kaldırımlar, kısmen arabalar, her yer beyaza kesmiş. Dünya bir boya çukuruna batırılıp çıkarılmış sanki. Sadece bazı yerlerinden damlamış zerrecikler, sulu çamurlar görünüyor. Ağaçlar bile ne biçim titreşiyor, kuşlar cıvıldaşmıyor. Yol her zamanki gibi tıkış tepiş, araçlarla dolu, ağır aksak ilerliyorlar, sabah telaşıyla insanlar işlerine gitmeye çalışıyor. Öteler, opera binasının oralar nasıldır kim bilir şimdi? Burası böyle olduktan sonra… Eh, ne de olsa otogarın keşmekeşi. Yenisini bir türlü bitiremediler.
Her zaman içimi bunaltır burası. Yabansı bir edayla etrafına bakınan
yeni gelenler, hüzünle el sallayarak gidenler, uzak diyarlardan gelen eş
dostlarını karşılayanlar, ellerinde valizleriyle bekleşenler, onca kalabalığın
arasında tepeden bakan gözleriyle etrafı kolaçan eden eli silahlı inzibatlar,
resmi polisler, birde dikkatli bakanların görebildiği sivil polisler, bitmek
bilmeyen otobüsler, otomobiller. En iyisi bir an önce uzaklaşayım iç karartıcı
bu yerden.
Sırt çantamı omzuma atayım, hah şöyle, hem kolumda ağrımaz, iki büklüm
olmam. Yavaştan karşıya geçeyim. Caddede iyi kalabalık yani, etraf daha yeni
yeni ışıyor. Sabah mahmurluğu, yol yorgunluğu ile her şey olabilir. Dikkatli
olmam gerek; ne olur ne olmaz, şoförler, herkes kendi telaşında. Emin ve ağır
adımlarla ilerlemeliyim. Hele ki bulvarın ara bölmesi iyice kaygandır, bu
havada çamurlara belenmek olacak şey değil. Onca insan gelip geçince... Neden
bu kadar yere bakıyorum böyle ben. Kaldır başını biraz. İçini karartma, gözünü
gönlünü aç!
O da ne öyle?
Durakta o kadar insan arasında ne kadarda ayrıksı duruyor şu üç kişi;
adam, çocuk ve kadın. Dibe doğru sinmişler sanki. Köşeye çekilmişler. Yabansı,
ürkek. Adam ellerini cebine sokmuş, çok mu üşüyor, ondan mı? Belli ki çocuğun
babası… Ama herkes üşüyor bu havada. Ne yani, ellerini cebine sokmak suç mu
oldu şimdi de? Oysa kadın da üşüyor, çocuk gibi. Elini tutmuş sevecenlikle. Ne
de olsa ana. Çocuk ne kadar çelimsiz görünüyor. Keşke fotoğraf makinem yanımda
olsaydı.
Adamın yüzünde bir karaltı var sanki. Üzünç denizinde boğulmuş,
Karadeniz’de gemileri batmış gibi. Belki de geldiği yerlerin özlemiyle
tutuşuyor. Eski zamanlarda, çocukluğunun uzak ülkesinde mi geziniyor? Elleri
ceplerinde, omuzları düşük, başı eğik... Dokunsan ağlayacak cinsten hüzünlü,
yoksa yaşlı anasını bırakıp geldiği için mi tüm bunlar? Ya da ata yadigârı o
uzak diyarlardan kopmak mı içini burkan? Göç yollarına düşmek mi, gönül
tellerini titreten hasretlik mi yoksa? Tam da şimdi kulaklarım çınladı, nereden
aklıma geldi o hüzünlü şarkı; gurbete kaçacağım, gurbete tükenmeye, o üzünç
denizine… Nereden neler türetir oldum böyle ben. Belki de evi başına yıkılan,
köyleri yakılan, buralara kadar savrulan bir ailedir, kim bilir? Eski zamanları
özlemle anan… Belki de anıları hayalleriyle yakılmıştır, tıpkı evi, köyü,
geçmişi, geleceği gibi.
Ya kadın? Ne kadar masum, ne kadar temiz bir yüzü var, saf, duru
güzelliği yüreğini mi ele veriyor? Unutulmaya yüz tutmuş, unutulmak istenen ama
unutulamayan o eski zamanlar gibi. Belki de uzak dağların derinliklerinde,
dingin doğanın koynunda ne de güzel yaşarlardı kendi hallerince. Kimseye muhtaç
olmadan, minnet etmeden... Gerçekten öyle miydi? O uzak zamanlar hayal mi oldu
artık. Savruldu mu herkes bir tarafa. Bu yaban ellerde insan çöplüğünde böyle
yalnız kalmak, bunca kalabalıklar arasında tek başına… Tutunacak dal aramak…
Her şey ne çabuk deviniyor kafamın içinde. Ne biçim düşüncelere
dalıyorum böyle? Ama baksana şu insanların hallerine, bangır bangır bağırıyor
tüm olan bitenler.
Hele ki o çocuk! Çocuğun hali insanın içine dokunuyor. Annesinden de
güzel, onun uzak geçmişi gibi saf, temiz, dingin mi? Durgun bir göl gibi, yavaş
akan nehir gibi, el değmemiş ormanlar gibi. Babasının hüznü gibi, hüzünlü
şarkılar söyleyen onca kötülüklere karşı elinden pekte bir şey gelmeyen, yok
olmamak için ta buralara kadar savrulmanın hüznüyle kavrulan bağrı yanık
babanın sureti gibi. Ateşin, suyun, yok oluşun, yeniden doğuşun, o ıssız
diyarlardan süzülüşün, mavi göğün…
Adam kıpırdanıyor, yükünü sağ ayağının üzerine veriyor, derin nefes
alıyor, etrafına bakarken düşüncelerini dağıtmaya çalışıyor ama… Ne yapacağını
bilemiyor bir an. Çocuğa dönüyor, gözlerinin içi gülüyor. Ona bakarken hep
böyle mi olur?
Şimdi köşeden bir otobüs dönüyor, o an durakta bir hareketlenme oluyor
ama adam, çocuk ve kadın oralı bile olmuyor, öylece duruyorlar. Ben bulvar
ortasında kaldırım taşı üzerinde dikiliyorum. Gelen araçlara bakınıyorum, ilk
fırsatta karşıya geçmek için. Otobüsün ardından bir araç geliyor, deli dolu.
Yolun bu tarafı boş ne de olsa. İş çıkışı dolu olur bu taraf. O aracın yandan
çarklı şoförüne ne oluyor öyle? Ben buradayım diyen sonradan görmelerden mi?
Aniden daha da gaza basıyor, egzoz patırtıları, lastik gıcırtıları ortalığa
yayılıyor, araç aniden daha da hızlanıyor, bir kaza olmasa bari.
Otobüs duruyor, duraktakiler kapıya yöneliyor, biniyorlar birer ikişer,
aşağıda kalanlar bağırıyor, biraz daha sıkışın bir kişi kaldı diye. Bir kişi,
bu kaçıncı bir kişi? Sonunda araç hareket ediyor. Durakta bekleyen insan sayısı
epeyce azaldı şimdi. Az sonra yeniden dolar ortalık.
Kadın, adam ve çocuk nereye gitti? Tam köşede, durak dibinde
duruyorlardı öylece. Kadın çocuğun elinden tutuyordu, sessizce güzel anılarını
akıtıyordu çocuğa. Adamın elleri cebindeydi, üzünç denizindeydi, hüzünlü
şarkılar söylüyordu sessiz gözleri. Çocuk hüzünlü şarkılar dinliyordu, bazen
eşlik ediyordu, annesinden aldığı güzel anılar biriktirmişti heybesinde. Bana
mı öyle geldi yoksa? Birden neler oldu otobüsün öbür tarafında? İnsan seli
arasında mı kayboldular?
Caddenin karşısına geçtim, ilerledim durağa doğru. Adam, kadın ve
çocuğun durduğu yerde beklemeye başladım, çok bekler miyim otobüsü, bilmiyorum.
Artık iyiden iyiye etraf aydınlanıyor, gözlerimi karanlıklarla örttüm usulca.
Adam, çocuk ve kadını düşündüm bir an.
Ocak 2018
Yorumlar
Yorum Gönder