Hoş Geldin

(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır, bir yerlerde yayınlanan ilk öykümdür.)

Ne güzel olurdu meslek kurası; şimdi buralarda olmak! Ah aptal kafam, bile bile lades diye buna denir, neden sanki sekiz aylığı seçmedim, şimdi böyle bir pişmanlıkta yaşamazdım. Nasıl bir yere geldim acaba? Bu ücra memleket köşesine alışabilecek miyim? Ama arkadaştan ne çok dinlemiştim, bu ilçeyi ve sadece bir tane olan bu caddesini. Tugayın kendisi mi sürgünmüş; neden acaba? Belki de dedikodudur; öyle şey olabilir mi? Tek tek insanları anlarım, ama kurumsal olarak böyle bir şeyi hiç duymamıştım; pek akla yatkın gelmiyor, ama asker mantığı, elbette benimki gibi çalışmaz. Sürgün asteğmen; sen nelere alıştın deli gönlüm, elbet bu da geçer, üzülme! Hem buralarda kesinlikle kafa dengi bir sürü insan vardır, Beyhan’ın ilk tepkisi de aynısı olmamış mıydı?! Üstelik İstanbul yakın, ne olursa olsun, bak gör, sonu iyi olacak! Önemli olan bölük komutanı; umarım iyi bir insandır. Kim bilir, belki değil kesin, benden önce dosyam gelmiştir. Ama ne olduğumu her yerde konuşmamam lazım, önce etrafı biraz tanımak en iyisi; kim kimdir, sakıncalı tiplerle tanışırsam ona göre bir şeyler olur elbet’ diye dalgın bir halde yol boyu yürüyordum, bir sürü karmaşık düşünceler arasında. Puslu hava iyiden iyiye sıkıntı veriyordu zaten sıkıntılı olan iç dünyama. Yağmur yağsa, ortalığı sel götürse insanı bu derece sıkmazdı. Meydanı geçip hemen yandaki parkın önünden elimde valizle yavaş yavaş yürümeye devam ederken kafam allak bullak olmuştu, karmakarışık düşünceler sanki ruhumu daraltmış, neredeyse boğuyordu. Başımı kaldırdığım anda tam karşıda askerlik şubesini gördüğüm zaman tebessüm ettim; evet, doğru yoldayım diye düşünüyordum ki hemen yanımdan geçen otomobilin egzoz homurtusu ortalığı inletti. Genç şoförü yandan çarklı bir halde koltuğa oturmuş, etrafa caka satıyordu. Öyle oturunca sanki otomobilin rüzgâr direnci mi azalıyor, daha fazla hız yaptığını mı sanıyor? Bu tür küçük yerlerin insanları sanki her tarafta aynı diye düşünürken adımlarımı atmaya devam ettim. Biraz daha yürüdüğüm zaman yol kenarındaki ağacın yanından o bina göründü; hemen biraz ileride duruyordu orduevi. Ön tarafındaki küçük bahçesinde çeşitli çiçekler vardı, hemen köşesinde de ağaçlar. Bahçe ortasındaki üç beş basamaklı merdivenden aşağı doğru iniliyor, camlı, büyük kapısına ulaşılıyordu. ‘Umarım kalacak yer vardır, yarın elbette bir şeyler olur, kesin olarak bir yere yerleşirim. Pazar günü, bu vakitte başka nereye gidebilirim’ diye hayıflanırken kapıyı açtım. Yan taraftaki vestiyere yöneldim. Valizi yere bırakırken karşımdaki asker gülen bir yüz ifadesiyle,
“Hoş geldin asteğmenim,” dedi.
“Hoş bulduk,” diye yanıt verdim.
Şapkamı çıkarıp ona verdim, sonra pardösüyü. Tam karşı tarafta ara koridor boyunca birkaç tane kapı vardı. Ön tarafta üst kata doğru çıkan merdivenler. İleride yan yana duran iki asker konuşuyordu sessizce. Vestiyerin yan tarafında camlı bölmesiyle büyük bir kapı vardı. Kapının arka tarafından belli belirsiz sesler geliyordu. Elbise ve şapkamı astıktan sonra geri dönen asker tebessümle,
“Ordonatsınız herhalde,” dedi.
“Evet” dedim, “bu akşam burada kalacak yer var mı?”
“Görüşmem lazım, siz buyurun içeri!” dediği sırada eliyle kapıyı gösterdi.
Başımı sallayıp yan tarafa doğru yöneldiğim sırada o önündekileri düzeltmeye devam etti.
Ürkek, biraz şaşkın ve mahcup bir halde adımlarımı atarken yandaki kapıyı açtım. Önümde büyük bir salon duruyor, üç kenarındaki büyük, geniş pencereler tatlı bir ferahlık veriyordu. Güney tarafta, pencerenin hemen yanındaki bilardo masasında birileri oyun oynuyordu. Arka tarafında oldukça büyük denilecek bir kitaplık vardı. Kapıdan içeriye ürkekçe adımımı atarken başımı hafifçe kaldırdım. Tam karşıya bakarken ‘acaba nasıl bir yer’ diye iç geçirmeye devam ettiğim sırada bir sürü kafa bana doğru döndü. Pencerelerin yanına dizilmiş koltuklarda boş yer yok gibiydi. Kimisi tavla oynuyor, kimisi şen şakrak sohbet ediyordu. Kapıyı bırakıp ilerlediğim sırada ‘çömezler damlamaya başladı’ diyen bir ses duyar gibi oldum. Birbirine karışan kahkahalar arasında zar sesi duyuluyordu, esprileri ve gülen yüzleriyle oturmuş, sanki yeni gelenleri bekler gibi bir halleri olan bu insanlarının çoğu asteğmendi ve her birinden ayrı bir ses çıkıyordu. Herkes kendi âleminde gibi görünüyordu. O anda birisi parmağı ile beni gösterirken ayağa kalktı, alaysı bir ifade ile bağırdı.
"Sakıncalı mısın, sakıncasız mı?"
Onun tam karşısında oturan kişi ayağa kalkarken avucunu açıp kolunu kaldırdıktan sonra,
"Çak" dedi, "oğlum, normal insanın ne işi var burada!"
‘Ne biçim yer burası’ diye düşündüğüm sırada ister istemez kaşlarım çatıldı, aynı anda alnım iyice gerildi, derisi ile birlikte saçlarım geriye doğru kaydığı zaman hiç sesim çıkmadı. Ortada durdum. Tüm oturanlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra ‘şunlar hiçte fena tiplere benzemiyor’ diyerek yavaşça gözüme kestirdiklerime doğru yöneldim.  Armalarından birinin doktor, diğerinin muhabereci ve diğer ikisinin piyade oldukları anlaşılıyordu. Doktor olanının ufak tefek sevimli bir hali vardı. Ayak ayak üzerine atmış sigara içiyordu. Karşısındaki esmer, daha iri yarı olan muhabereci ona bakarken gülüyordu. Önlerine geldiğimde başımı sallarken yavaşça mırıldandım.
“Merhabalar!”
“Merhaba" derken tokalaşıp buyur ettiler, gösterdikleri yere oturduğum sırada gülümseyerek beni süzdüler. Hoş beş edip hal hatır sordular. İlk tepki olarak sanki korkularım azalır gibi olmuş, rahatlamıştım. Bir süre sonra muhabereci, doktora bakıp muzipçe göz kırptı, gülerek başını salladı. O anda doktor sordu:
"Balıkesir’den mi geldin?"
"Evet" dedim, ciddi bir şekilde.
Kısa bir iki cümleden sonra sevimli bir yüz ifadesiyle ilk soranın sorusunu yineleyen doktor o anda gözlerimin içine bakıyordu.
"Sakıncalı mısın?"
Bir an içim titredi, göğsümde ince bir sızı gibi bir sıcaklık hissettim, göğüs kafesimin tam ortasında ılık bir kan akışını duyumsar gibi olmuş, iyiden iyiye heyecanlanmıştım; ama az önce bana bakıp alay eder gibi bağıran kişinin sorusu değilmiş gibiydi. Hâlbuki ona bozulduğumu nasılda belli etmiş, yanıt bile vermemiştim. Bir anda dudaklarımdan dökülüverdi o kelime. Gözlerimi kısıp başımı salladığım sırada artık iş işten geçmişti.
"Evet, sakıncalıyım!"
Endişeyle dudağımı ısırırken gözlerimi ayırdım. ‘Neden hemen çözüldüm sanki’ diye iç geçirirken bir an sessizlikten sonra diğerleri kahkahayı bastı. Muhabereci doktora baktığı sırada onun ayağına bastı. Doktor omzuma elini koyarken,
“Üzülme" dedi.
Elindeki sigarayı ağzına götürdü, derinden derine içine çektiği sigaranın dumanını yüzüme doğru üfürürken gözlerini ayırmıştı, gülerek konuştu.
"Tedirgin olmaya gerek yok, bizde senin gibiyiz asteğmenim, burada normal insanı zor bulursun, ama her yerde hemen böyle konuşma!"
Kasım 2007



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine

İşkencecinin Resmi

NIKOLA TESLA

Cinayetleri Gördük