Berbat Bir Gün
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)
Ne berbat bir duygu, tarifsiz bir şey, bu sıkıntı beni mahvedecek! Sanki boğazım sıkılıyor, nefes alamıyorum. Ne zamandır evin içinde deli danalar gibi dolanıp durmak bile artık hiçbir işe yaramıyor. Kafes içinde bir o yana bir bu yana dört dönen canlılar gibi kendimi atmaktan yoruldum. Bu insanlardan hâlâ haber yok. Ne yapmalı, nasıl etmeli? Ne haldeler acaba, sağlıkları nasıl? Her şey bir tarafa yaşıyorlar mı? Kaç gündür beynimi kemiren bu kuşku beni içten içe bitiriyor.
Onların
yerinde olsam, belki bu kadar karmaşık duygular içinde olmazdım. Şans mı? Yoksa
olaylar denk mi geldi? Nasıl olursa olsun, sadece bir gün sürdü benim maceram,
bir gün bile değil, yirmi saat. Ama orada olmak her şeyi ters yüz etmeye yetti.
Bir hafta oldu onlardan ayrılalı. Şu an neredeler acaba? Bu havada aç, susuz
kalmak, o acılara katlanmak, insanın insana ettiği bunca kötülük, bunca
eziyet... Bu felaketlere göğüs germek gerek... Bu da geçer mi? Geçer de, delip
geçmesin...
O
gün işte, tam burada çakılıp kalmıştım, şaşkın bir halde, kapının hemen
ağzında, eşikliğin önünde mıh gibi. Kapı zili çaldı, sıtmalı halimle açmak için
kapıya yöneldim ağır aksak titreyerek. Birkaç adım kaldı ki, hiç ummadığım anda
hızla kapı açıldı, onunla göz göze geldim. Beni görünce nasıl da derin bir
nefes aldı, ardında diğerleri duruyordu. Hepsi birden içeri doluştukları zaman
neye uğradığımı şaşırdım. Sıtmadan titriyordum. Heyecanlandım. Hiç beklemeden
evin içine yayıldılar, dört bir yanı aramaya başladılar. Basık, ağır, sıkıcı
havada kusturucu bir kasvet vardı.
O
günden önceydi, bu kadar denk gelebilir. Yıllardır çektiğim o hastalığın adı
konmuştu. Kaç yıldır, bazen yazın bile sıtmadan titrerdim. Abartı değil,
baharda yağmur yağsa, yel esse yatağa düşer, soğuk kış günlerinde ateşler
içinde yatardım, o kadar umutsuzluğa kapılırdım ki, bir daha ilkbaharı, nisan
yağmurlarıyla birlikte gelen o güzel günleri bir daha göremeyeceğimi, kışı sağ
salim atlatamayacağımı düşünürdüm, karamsarlık tüm ruhumu teslim alırdı.
Beş
parasız halimle yarı aç, yarı tok hayata tutunmaya çalışıyordum, sefil
öğrencilik günlerimden daha beter yaşantımla ev kirasını bile ödemekten
acizdim. Yıllardır asıl mesleğimi sakıncalı olduğum için yapamıyor, ilgisiz bir
sürü işe girip çıkarak ayakta kalmaya çalışıyordum.
Hastalık
yüzünden son işimden de çıkmak zorunda kaldım, sonunda arkadaşlarla iş kurmaya
karar verdik. Hamle yapacaktık, işyerinin adını bile Atılım koyduk. Sağlığıma
pek uygun olmasa da kendi işimizdi. Ancak ev kirası, dükkân kirası derken
yerlerde sürünüyor, bazen ekmek parasına muhtaç duruma düşüyorduk. Bu sefaletle
o tedaviyi yaptırmam olanaksızdı, sigortam bile yoktu. Neyse ki, dostlarım sağ
olsun! Tıp öğrencisi dostum, ev arkadaşım olmasa, benimle o kadar yakından ilgilenmese
belki hala o belirsizlik devam edecekti.
Beş
yıl önce karlı kış günlerinde gördüğüm işkencelerin sonucuydu, kimileri
metabolizma bozukluğu diyor, kimileri psikolojiden dem vuruyordu dudak bükerek.
Zamanla düzelir diyenlere rağmen yıllar yılı bir değişiklik olmamıştı. Ya ilk
gittiğim o doktoru unutmak mümkün mü? Adam kalp, ciğer, böbrek diyerek
kontrollerini yapmış, en sonunda saçlarımın kısa olduğuna bakarak, asker misin,
demişti. Hayır, öğrenciyim, diye yanıt verdiğimde sanki kişilik değiştirmiş,
başka birisi olmuştu. Nasıl öyle bir gaf yapmıştım. Birden bire babacan
doktorun yerini sanki başka birisi almıştı.
Tepeden
bakan edayla, hiçbir şeyin yok, benden sağlamsın, sorunun tamamen psikolojik
demişti. İşte yıllar yılı çektiğim o sıkıntılar artık sona erecekti.
Antibiyotik testleri yapılmış, bünyeme uygun ilaçlar belirlendikten sonra
iğneler vurulmuştu. Sakın bir daha üşütme, hasta olma demişlerdi. Herhangi bir
şekilde iltihap kaparsam her şey tekrar başa dönebilirdi. Zayıf düşmüş hasta
bedenimi güçlendirmem için beslenmeme dikkat etmem gerektiği ısrarla
belirtilmişti. İşte o sağaltım biteli öyle çok da uzun süre geçmemişti.
O
gün biraz halsiz olsam da, sefalet ortağım Servet ile ağır aksak işe gittim.
Her zaman ki gibi bir gün değildi. O günlerde o sokakta, bizim işyerinin
etrafında tuhaf, ne idüğü belirsiz bir takım insanlar peydahlandı. Birisi kendini
iyice belli etti; hata mı yaptı, yoksa özellikle mi öyle davrandı, belli değildi.
Atölyenin önünden birkaç defa geçerek inceden inceye bizi incelemeye aldı. Kâh
sokağın karşı tarafında yanında birisi ile yürüyordu, kâh hemen önümüzdeki
kaldırımdan yalnız başına içeriyi gözetleyerek geçiyordu. Kara, uzun, kaba,
kirli bir sakalı vardı.
Olan
biteni ilk önce Necat fark ettiği zaman Servet’e göz kırptı. O sırada hepimiz
dükkânın önündeydik. İnce, uzun boyu, atletik yapısı ile Servet hareketli
biriydi, muziplikte üzerine yoktu, seri davranırdı, gününde olduğu zaman iyi iş
çıkarırdı. Ne kadar dikkat ederse etsin, her zaman üstü başı demir tozu, kir,
pas içinde olurdu, bu haliyle neşeli olduğu zamanlarda kaynak yaparken bile çoğunlukla
ıslıkla türkü söylerdi.
Son
zamanlarda şüpheli bir durum varsa ‘seni sevmeyen ölsün, sakallım’ diyerek arabesk
şarkıyı diline dolamaya başlamıştı. Sanki o şarkı bizim için artık şifre
gibiydi. Etrafımızdaki çember daralıyor, tehlikenin iyice yaklaştığı artık her
halinden belli oluyordu. Dikkat çekmeden etrafı kolaçan eden, bizi sürekli
izleyen değişik kılıklara bürünmüş fark etmediğimiz başka insanlarda vardı mutlaka.
Bir
önceki gün artık her şey ayan beyandı. Uzun sakallı adam sokağın karşısında
yanında birisi ile yürüyordu bir şeyler ararmış gibi. Bizden tarafa baktığı
sırada Necat elinde matkapla tabelanın hemen önündeydi, göz göze geldik, kuşkuyla
birbirimize baktık, bozuntuya vermeden. O adamlar gittikten sonra durum
değerlendirmesi yaptık, kendimizce önlemler almaya çalıştık. Bu halimizle yapacak
pekte bir şey yoktu, ayan beyan ortadaydık, avuçlarının içindeydik. Her şeyi
ortada bırakıp kaçmak zaten olmazdı, bu durum böyle devam edemezdi, çıban
patlamak üzereydi.
En
sonunda olanlar oldu. O berbat günde bir iki saat işyerinde bir şeyler yapmaya
çalıştıktan sonra halsizliğim iyice arttı. Akşam olacak gibi değildi.
Bizimkilere, Necat ile Servet’e eve gidiyorum diyerek işyerinden ayrıldım.
Yürüyecek,
sağda solda şu veya bu şekilde oyalanacak halim yoktu. Dolmuşa bindim, doğru
eve geldim, mitil gibi olmuş yer yatağıma uzanıp uyumak istedim. Boşunaydı. Elime
bir kitap aldım, okumaya çalıştım. Neyse ki, ev tam takır olsa da, kitaptan bol
bir şey yoktu. İki öğrenci, iki çalışan olarak dört kişi bu evi paylaşıyorduk.
Her
birimizin kitapları ayrı yerlerde dururdu, rafların almadıklarını yere
dizmiştik, ince uzun şerit gibi, duvar dibine. Rengârenk kapakları ile ne güzel
görünürlerdi. Salonda, diğer iki odada her tarafta onlar vardı, her türden, her
boydan. Yıllar yılı her şeyden vazgeçtim ama kitaplarımdan asla. Divanım bile
yoktu, yatak, yorganımdan ve birde onlardan başka şu dünyada neyim kaldı ki.
Bir
süre kitap okudum, ateşim yükseliyordu, başım ağrımaya başladı, titreme de
artıyordu. Yatakta bir o yana, bir yana dönerek okumaya çalışıyordum. Bir süre
sonra kapı zili çaldı. Zoraki kalktım, kapıya varmadan az önce hızla kapı
açıldı. Kapı kolunu tutar bir halde karşısında beni görünce derin bir nefes
aldı, ciğerlerini iyice boşalttıktan sonra adeta haykırır gibi derinden gelen
bir sesle Servet,
“Hasta, eve gitti diye size söylemiştim” dedi,
gözlerini ayırmış bir halde.
Orada
donakaldım, mıh gibi. Bunların eline tekrar düşmek ne acıydı. Geri geri adımlar
atarak salona geçtim, heyecanımı bastırmaya çalışıyordum, ikisi beni ablukaya
aldı diğerleri evin içine yayılırken. Her tarafı didik didik aramaya başladılar.
Tam karşıma geçen ve her halinden şef olduğu belli olan iri kıyım birisi avını
yakalamış akbaba edasıyla,
“Korkma lan! Ne titriyorsun” dedi sırıtarak.
Başımı
kaldırıp tarifsiz bir iç sıkıntısıyla gözlerinin içine baktım. Kara, sinsi
gözlerle bakıyordu. Bu halimle bir tokat yersem o cüsseden çıkan kuvvetle, bir
de yerden yiyebilirdim. Hemen yanındaki saldıracakmış gibi tetikteydi. O an
dudaklarımdan acı bir tebessüm yayıldı. Gözlerimi kıstığım sırada,
“Ne kadar halden bilmez insanlarsınız!” diye
dökülüverdi o sözler dudaklarımdan. “Hastayım, laftan anlamaz mısınız?”
Hışımla
gözlerini ayıran iri kıyım adam göğsünü kabarttı. Adamları evin içini
didikleyip duruyorlardı. Bir tanesi elinde bir kitapla geldi, gururla ona
verdi. Şef kitabı görünce güldü, ne çok mutlu oldu. Sözcüklerin tarif edemeyeceği
bir edayla üst perdeden bana bakarken kitabı yukarı doğru kaldırdı, göğüs
hizasına getirdiği sırada ileri geri sallayarak,
“Bu kitap” dedi, “bu kitap en çok benden
bahsediyor! Yazarına en derin…”
‘Bin Tanık’ adlı kitaptı.
Ne
diyeceğimi bilemedim. Beni tehdit ediyordu, kiminle dans ettiğimi bilmem
gerekir, değil mi? Gitti benim kitap.
Beş
yıl önce Yaşar Kemal kitaplarını bile evde bulundurmak tehlikeli sayılırdı
bizim muhitte. Daha başka hangilerini götürecekler bakalım. Söylenceler
çeşitli, ne kadar doğru bilemem ama yasak yayın topluyoruz diyerek bunların
kimi şefleri kütüphane kuruyormuş başkalarından topladıklarıyla. Bir zamanlar
bizim bir hoca vardı, iri kıyım hali, kırpık gözüyle badi badi yürürdü. İşkencede
beli sakatlanmıştı. Gırgıra vurarak anlatırdı evinden taşınan kitapları. Aman
meydanlarda yakmasınlar da, kendileri götürsün.
Ne
işe yarayacaksa? Çok işe yarar. Bu Dal’da her grup için özel masa yok mu?
Bunlar kaçıncı masa acaba? Elbette ki, tezgâhtan geçirdikleri insanları
yeterince tanımaları gerekmez mi? Nerede, hangi durumda nasıl tepki verirler,
nasıl mantık yürütürler, tıpkı ajan filmlerindeki gibi tek başlarına
kaldıklarında nasıl tavır geliştirirler. Kimin ne söylediğine değil, ne
yaptığına mı bakarlar? Söylediklerinin satır aralarında, attıkları her adımda
neleri ifade ederler? Eminim, o uzmanlar, tabi ki, bizim taraftaki benim diyen
kişiden daha bilgilidir. Tüm bunları ne kadar iyi bilirlerse o kadar kolay
avlamazlar mı? Elbette, kültürel zenginlik olsun diye bu işi yapacak halleri
yok ya! Öyle ya, işin doğası bu değil mi?
“…
saygılarımla” dedi.
Salonun
ortasına doğru yürüdü, kitabı ortadaki eski sehpanın üzerine attı. O sırada
hemen yan köşede diğerleri kitapları didiklemekle meşguldü. Bizim hukukçu ile
doktor adayının kitaplarını. Geçti, yüzü yırtık koltuğun önüne dikildi, dudaklarını
büzüp gözlerini kıstığında ne kadar irkilticiydi, tarifsiz bir aşağılayıcı
edayla bakıyordu, sanki karşısında bir hamam böceği vardı.
“Haydi,
giyin, çabuk!” diye buyurdu hemen yanımdaki.
Hiç
ses çıkarmadım, yana bakıyordum. Başımı çevirdiğim sırada kolumu bıraktı aynı
sivil polis. Göz göze geldik. O an hiçbir şey dindirmezdi iç sıkıntımı. Yine,
yeniden, bir kez daha bilinmezlere götürülmek, hem de böyle hasta halde. Ben bu
duyguyu öğrencilik günlerimden, cuntanın ilk yıllarından çok iyi biliyorum.
Tarifsiz bir şey... O zamanlar her şey çok daha berbattı. Gidenler bazen geri
gelmiyordu. Okullar, kapalı spor salonları, o an için uygun neresi varsa
insanlar gruplar halinde tıkılıyordu duvarlar arasına. Ya şimdi? Bakalım ne
kadar sürecek!
“Haydi, elini çabuk tut” diye kükredi,
kitaplara konu olmakla övünen soğuk polis şefi.
Odaya
doğru yöneldiğim sırada bana bakıyordu kızma belirtisi olmayan sinsi, kara
gözleriyle. Kısa sürede titreyerek giyindim. Geri döndüğüm zaman birisi
ellerime kelepçeleri taktıktan sonra kolumdan tuttu. Otomobile doğru adeta sürükledi
beni. Araç hareket ettiği zaman iki yanımda asık suratlarıyla iki kişi
oturuyordu. Ön koltukta başka birisi daha vardı, elinde kocaman bir telsizle.
Şoförle birlikte tümü asık, ekşimiş suratlarıyla hiç konuşmuyor, sanki sadece
soğuk vücut dilleri ile işaretleşiyorlardı.
O
zaman kendimi gereksiz bir mahlûk gibi duyumsadım, belki de bunlara göre
ezilmesi gereken haşarattan biriydim.
Otomobil
bir süre sokak boyunca ilerledi, otobüs duraklarını geçti, mahalleden çıkarken
birisi usulca gözlerimi bağladı, o sırada kelepçeli ellerim dizlerimin
üzerinde, başım önümdeydi.
Teyp
açılalı epey olmuştu, mide krampına neden olabilecek türden hüzünlü, iç
karartıcı arabesk şarkı otomobil camlarında yankılanıyordu, her şeyi istila
etmişti, ‘seni sevmeyen ölsün’ diyen ağlamaklı o ses ne kadar berbattı.
O
an içimi kemiren karmaşık duygular tüm benliğimi sarmalıyor, bilinmezlere götürülmek
acımsı, mayhoş bir ağız tadı verir gibi ruhumu kuşatıyordu, ağzım kurudu. Neden
sonra hemen yanımda oturan soğuk adam ensemi kavradı, kıllı, kaba, kocaman
eliyle bastırdı. ‘Yat’ derken beni kendine doğru çekti, başımı dizine koymak
zorunda kaldım.
Bu
sırada otomobil caddeye çıkmış mıydı? Yol kenarındaki ıslak kiremitli, kerpiç
duvarlı eciş bücüş Balgat’ın gecekonduları geriye doğru hızla akıyor muydu? O
an kafamın içinde karmakarışık bir sürü kurgu dolaşıyordu. Ne söylemeliydim,
nasıl bir ifade vermeliydim? Tüm bunlar yanıtı henüz belirsiz bir soruydu,
işkenceye ne kadar dayanabilirdim.
O
gün bizi götürdükten sonra eve karakol kurmuşlar. Bellerinde silahlarla
dönüşümlü olarak dört beş tanesi sürekli nöbet tutmuş. Her şeyi alt üst
ettikleri yetmiyormuş gibi kırık dökük eşyalarımızı çiğnemiş, tarumar etmişler.
Her kim ki, kapıya tıkladı ya da zili çaldıysa…
Ah,
bir kez daha, yeniden bilinmez, zamanın olmadığı karanlık bodrumlara, çığlıklar
arasına götürülmek…
Şimdi,
can dostlarım ne zamandır ne haldesiniz?
Mart
2010
Yorumlar
Yorum Gönder