Tahtakurusu
Çatısı kiremitli, ince,
uzun, eski bir bina; tek katlı yatakhane. Güneş, ağaçların ardından aşağıya doğru iniyor.
Yol boyunca, ileride, ulaştırma bölük binasının önündeki aracın yanında birkaç
asker sakince yürüyor. Kantin yolunda bir kamyon duruyor. Karşıda ağaçların
arasına rast gele yerleştirilmiş masalarda kimsecikler yok, in cin top atıyor,
etraf sararmış yapraklarla dolu. Geride kalan subay lojmanlarının girişinde
ağaçların altında bir asker nöbet tutuyor, kulübenin hemen yanında.
Yatakhane kapısına
geldiğimizde duvarın dibinde ayakta duruyordu. İçeri adım atmıştık ki süpürgenin
sapını duvara dayadı, toparlanıp başıyla selam verdi. İki adım önümde yürüyen
doktora tebessüm etti.
“Komutanım!” dedi
sevecenlikle.
Doktor yavaşça başını
çevirdi, o ürkekçe devam etti.
“Oda kiralarını
topluyorum da…”
Doktor gözlerini kısıp
tepeden tırnağa onu süzdükten sonra göz kırptı.
“Vermiyorum,” dedi,
“buraya zehir sıkılmadığı müddetçe de vermeyeceğim!”
“Komutanım,” diye
yineledi, “ben sadece verilen emri…”
Doktor yürürken titrek
sesle söylendi.
“Sana bir sözüm yok,
söyle o başçavuşa görelim bakalım, el mi yaman, bey mi yaman!”
Bana döndü, para ister
gibi bir edayla gözlerini gözlerime daldırdı asker.
“Komutanım!”
Sözünü bitirmesine fırsat
vermeden karşılık verdim.
“Kaç defa söyledik, bu
kadar mı zor zehir sıkmak, tahtakurularından gına geldi. Vazgeçtik, kışın it
gibi titreyerek yatmaktan, uykudayken üzerimize damlayan yağmur suyundan.”
Doktor bana döndü.
“Asteğmenim” dedi,
“biliyorsun, eskiden buraya süvari birliğinin atlarını bağlarlarmış, şimdilerde
motorize birlikler kurulunca bizim gibi sakıncalı asteğmenleri bağlıyorlar.”
“Evet,” diye homurdandım,
“ev tutmakta yasak!”
‘Bende burada kalıyorum,
sizin gibiyim’ diye iç geçiren erin gözleri parladı. Doktora döndü.
“Komutanım, sadece ikiniz
kaldınız, herkes verdi.”
Doktorla göz göze geldik.
Öfke ve keder karışımı bir ruh haline bürünmüştük ki,
“Vay alçaklar,” dedi
doktor.
“Hani verilen sözlere ne
oldu,” diye karşılık verdim.
Koridor boyunca sıra sıra
odalardan bazılarının kapıları açıktı. Sağda, güneydeki küçük pencerelerden
akşam güneşinin son ışıkları hüzünle içeri süzülüyordu. Yerler yeni temizlenmiş
gibiydi.
O sıra lavabodan çıktı
Karanlık. Aheste adımlarla bize yöneldi. El salladığım anda doktor seslendi.
“Ne haber Karanlık!”
“Ne olsun,” dedi Karanlık
Hüseyin.
“Hayrola, neden verdin
parayı,” dedi doktor sitemle, “haydi geri al!”
“Teslim etmiştir herhalde,”
diyen Karanlık askere baktı.
Gözlerini ayırarak doktora
baktı asker.
“Hayır, hala üzerimde,
hepsini birden verecektim!”
“Sonu hüsran olmasın,”
diye mırıldanarak yana döndü Karanlık.
Doktor,
“Bir şey olmaz,” diye
söylenirken homurdandım.
“Kendileri kaloriferli
apartman dairesine yüz elli lira verirken biz on beş metre karelik böyle bir odaya
üç bin lira veriyoruz iki kişi. Buna rağmen tahtakurularına bile bir önlem
almadılar, daha ne olacak.”
“Zaten gönülsüz
vermiştim, alayım,” diyen Karanlık askere doğru elini uzattı.
Bu sırada yan odadan iki
asteğmen çıktı. Yaşlı olanı,
“Ne oluyor beyler?” dedi.
Birisi terliğini
şıpırdatıyordu, salına salına yürürken Hüseyin’e baktı. Parayı cebine koyan
Karanlık,
“Haydi, sizde geri alın,
daha önce sözleştiğimiz gibi,” dedi.
Genç olanı ikircikli bir
halde,
“Başka türlü olacağı yok
bu işin,” dedi.
Diğeri gözünün üzerine
düşen göz kapağını kırpıştırdı, askere doğru ilerledi. Her ikisi de parayı
aldıktan sonra peşimizden geldiler. Bir anda dört bir koldan odalara yöneldik,
kapıları açıp içeriye bakıyorduk, kimse var mı diye. Kısa sürede neredeyse
toplam mevcudun yarısını geçmişti para vermeyen. Odamın kapısını açtığımda onu
gördüm. Gözlerini ayırarak kaş altından bana baktı.
“Ne bu hal?”
“Ne olsun, paralar,” diye
mırıldandım söylenir gibi.
“Evet, az önce geri aldım,”
diye yanıt verdi, kıvırcık saçlı, buranın en yaşlısı, kimya mühendisi, asteğmen.
“Bakalım ne yapacak; işkenceci, namlı başçavuş. Gizlemek için koruma amacıyla
buraya gönderildiği bilinen, kapkara suratında derin çizgiler olan başçavuş!”
“Evet, vakti zamanında
bizim gibi, kim bilir kaç tanesi elinden geçmiştir,” dedim hüzünle.
“Ama ilk bakışta çok
babacan görünüyor!”
“Hep öyle olur!”
Postallarımı çıkarıp
yatağa uzandım, ne kadar geçti bilmiyorum, doktor kapının önünde belirdiği
zaman neredeyse hava kararmıştı. O sırada diğer oda arkadaşım yoktu. Kapının
kolundan tutarken,
“Haydi, yemeğe gidiyoruz,”
dedi doktor.
“Ne iş?” dedim.
Arkasında birileri vardı.
Neşeli bir tavırla bana doğru geldi sessizce,
“Bu iş tamam, son anda
toparladık ama sonu iyi oldu,” dedi, “Artık hiçbir şey yapamazlar, yirmi sekiz
kişinin yarıdan fazlası geri aldı. Kimileri burada değil.”
Kahkahayı bastım,
tereddütle gözlerini bana diken doktor,
“Sakın, bitmez tükenmez
gülme krizlerine yine başlama,” dedi ikircikli bir halde.
Gözlerini fal taşı gibi
açarak gözümün içine baktı, tokat indirecekmiş gibi avucunu açtıktan sonra
kolunu kaldırdı.
“Yok, hayır, sakın
vurma!” derken elimi kaldırdım. “Depresyonda olan birinin gülme krizi değil
bu!”
Yüzü gevşedi, çektiği
derin nefesini boşalttıktan sonra omuzları iyice düştü, rahatlamış bir halde
karşılık verdi.
“Haydi, toparlan artık,
Fahrettin’in yerine gidiyoruz! Kazma bile geliyor, kutlama var!”
Aşka geldim.
“Fahrettin ustam! Çek bir
az pilav ile az kuru! Yanında az soğan olsun! Üzerine az karpuz!”
Ekim 2007
Bu öykü için ayrıca;
https://pirtukweje.wordpress.com/2018/04/20/oeykue-ali-fuat-karaoez-pansiyon/
Yorumlar
Yorum Gönder