Sakız Ağacı


 
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)

Homurtularla ilerliyordu, sanki bir canavar gibiydi. Önüne geleni eziyor, kökünden söküp atıyordu. Paletlerin şakırtıları bile yeterliydi. Her parçası değdiğinde büyük bir kinle toprağı eziyor, parçalıyordu taşları. Bazen duruyor, işte o anda kolu inip kalkıyor, ileri geri dairesel hareketler yaptıktan sonra hışımla toprağa iniyordu. O haliyle sanki her şeye hükmeden benim diyordu suratsız kullanıcısı. Ne kadar da kendinden emindi.
Oysa kara kuru bir adamdı, orta yaşlı, bir deri bir kemik, çelimsiz biriydi. Sinirli, bir an önce işini bitirmek isteyen, sabırsız haliyle çılgın bir yok edici gibi rastgele saldırıyordu etrafa. Elinin ve ayağının altındaki kolları kullanışı ne kadar da seriydi, koskoca makineyi kibrit kutusu gibi evirip çeviriyor, sanki bir çocuk oyunu oynuyordu onunla. Önüne gelen taşları, o devasa kazıcının kepçesi ile kah süpürüyor kah içine doldurup kolun uzanabildiği en uzak noktaya boşaltıyordu. Durdu bir an. Doğruldu, bağırdı aşağıda makinenin etrafında dolanan adama.
“Ağabey, ne tarafa atayım bu kesme taşları!”
O başını kaldırdı, ne zamandır ona bakıyordu, boynunu ileri uzatırken işaret parmağını uzattı.
“İşte tam buraya, diğerleri ile karışmasın!”
Hiç ses etmedi, makine üzerindeki kara kuru adam. Başını salladı. O an kol döndü, kesme taşları kepçesine doldurduğu gibi hızla ilerledi, gösterilen yere boşaltı. Araç ilerlerken böğürüyor, paletin takırtıları gürültüye boğuyordu her yanı.
Aşağıdaki adam ötedeki taşlık alanı gösterirken bağırdı.
“Bu kısmı biraz daha yan tarafa doğru kürü, traktör yolu biraz daha genişlesin, hem zemin daha düzgün olur!”
Homurdandı yukarıdaki. Ne oluyordu?
“Böyle anlaşmamıştık, saati doluyor, pişman olmayasın, bak, öbür tarafta yapacak işler var daha!”
Yerdeki adam yutkundu. Ne kadar aksi biri diye iç geçirdi. Ne desem bir kütük yuvarlıyor, ilk konuşurken hiç böyle değildi. Nakliye ücretini de şişirmeye kalkıştı zaten. Bunların hepsi aynı, illa ki sorun çıkaracaklar. Ne bunlardan çektiğimiz böyle yahu! Fırsatçı, yeter ki işi alsın!
“Tamam,” dedi, “önce öbür tarafı bitir, zaman kalırsa buraya tekrar gelirsin!”
Başını salladı hınzırca. Sana kalsa akşama kadar burada eşelenelim istersin diye mırıldanırken bastı gaza. O an bir top gibi boğum boğum fırladı kara dumanlar egzoz borusundan. Homurtular aynı tempoda çıkarken ilerledi makine. Taşlık bölgeyi geçti, eğimden aşağı doğru yöneldi, yolun kenarına gelince yavaşladı, düz gidiyordu ki yerdeki adam kaşlarını çatarak işaret etti, bağırdı.
“Bu sakız ağacını da sök!”
Yutkundu o an. Oysa ne güzel görünüyordu tel örgünün kenarında. Kim bilir, ne zamandan beri soğuğu, kışı, yağmuru, güneşi özümseyerek kendi halinde yaşıyordu börtü böceklerle beraber orada. Dallarını etrafına yaymış, bir küre gibi ortası şişkin haliyle kendince ne güzel bir dünya kurmuştu. Kime ne zararı vardı. Hem tel örgülere yarenlik ediyor, dıştan gelecek yabancılara karşı doğal bir engel oluşturuyordu komşuları ile birlikte.
Makine ilerledi, döndü o yöne. Canavar yaklaşıyordu korkunç bir homurtuyla. Pençesini göğe kaldırmış, hışımla üzerine çöreklenmek üzereydi. Yerdeki adam bir an gelgitler yaşadı. Ne kadar doğal, bir türlü aşı yaptıramadım, diye mırıldandı. Pençe inerken adamın düşünceleri şimşek hızıyla geldi gitti, egzoz homurtuları devam ediyordu, adam yutkundu, gözlerini karanlıklarla örttü.
“O da ağaç, o da ağaç,” diye mırıldanırken pençe hışımla indi sakız ağacının üzerine. Dallarını sağa sola salladı önce. Titreşti yeşil yapraklar. Adam ağacın köklerini görünce pençe hızla kalktı, sonra hücum eder gibi indi o tarafa doğru. Toprağa daldı, sıkıca avuçlamış gibi kavradı, dönmeye başladığı sırada motorun bağırtısı daha da arttı, o an egzozdan iğrenç homurtular yükseliyordu. Sakız ağacı uzun kökleriyle birlikte havalandı göğe doğru. Titreşti yeşil yapraklar, öyle bir titreştiler ki hep beraber, sanki çığlık atıyorlardı işitmeyen kulaklara. Yaralı bir hayvanın böğürtüsü, damarları kesilen insanın acısı gibi miydi bu haykırış? Ne olurdu sanki; koskoca gök kubbenin altında birkaç kulaç yer neden ona çok görülmüştü? Diplerinde yılanlar, bukalemunlar oynaşır, sevişirlerdi sıcak yaz günlerinde. Ya yuvalarına neler olmuştu onların?
Makine homurtuyla ilerlerken pençesini salladı ileri geri, köklerine yapışan topraklar döküldü öbek öbek. Üşüdü ağacın kökleri acılar içindeyken. Sonra canavarın kolu açıldı ileri doğru, pençe döndü, attı içindekileri hışımla. Kökleriyle birlikte yere düşünce tüm gövde, ağladı gökyüzü. Pençe durmadı, hızını alamadı, sağa sola, ileri geri hareket etti, eğdi, kırdı tüm dalları, kökleri. Top gibi oldu tüm ağaç. Boş bir alanda öylece kaldı, kuruması mı beklenecekti yakmak için?
Makine diğer taraftaki makiliklere yönelirken yerdeki adam onu takip ediyor, hüzünle bakıyordu etrafına. Kapattı, açtı gözlerini. Az ötesinde yavru bir karayılan gördü, üşümüş zoraki hareket ediyordu, yoksa yaralı mıydı? Adam acıdı haline hayvanın. Yılanın başı küçükken ezilir derlerdi ama… Adam yutkundu, sökülen sakız ağacına baktı tekrar.
“Zeytin dikmek için,” diye mırıldandı, “düzenleme şart!”
Döndü, yamacı adımladı, oturdu yavaştan. Dirseklerini dizine ellerini yanaklarına dayadı. Palet takırtıları, egzoz homurtuları dinlerken gözden kaçan bir şey mi arıyordu? Sakız ağacının dalları gözüne ilişti, sonra ufka kaydı bakışı. Ötelerde, ormanla denizin birleştiği yerde, o güzelim mekâna hançer gibi saplanmış, hışımla göğü delen santralin uzun bacasından çıkan dumanlar bulutlara karışıyor, esen yelde ığıl ığıl ormanın üzerine çörekleniyordu.
Bahçe kapısından giren kadını fark etmedi, sitemle karışık öfke dolu sesini duyunca irkildi adam.
“Sakız ağacını sökmüşsünüz ama neyse ki hala bir kökü duruyor, bu ağaç inatçıdır, asla pes etmez!”
Adam yutkundu, kadın devam etti.
“O da zeytinlere komşu kalsın!”
Şubat 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine

İşkencecinin Resmi

Cinayetleri Gördük

NIKOLA TESLA