Tereyağı
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)
Ne çok zaman geçti onun yüzünü görmeyeli. Silueti belli belirsiz
gözlerimin önüne gelir, bazen uzak zamanlardan haberler getirir sanki. Bu
dünyadan göçüp gideli belki kırk yıl oldu, belki de daha fazla. İlk gençliğimin
değişik bir insanıydı. Onun o delişmen hallerini, muzipliğini unutmak ne
mümkün.
Uzun ince boyu ile dev gibiydi sanki. Yoksa o yaşımda bana mı öyle
görünürdü? Hayır, dev gibiydi işte. Ne zaman onu görsem sevgi ile karışık tuhaf
duygularla dolardım. Bazen ne diyeceğimi bilemez, saygıyla başımı sallar,
sadece gülerdim sessizce. Gözlerinin içine bakar, ne sevimli bir ihtiyar diye
iç geçirirdim. Halimden anlar, her zaman içime soğuk su serperdi.
“Ne o yeğenim, gel, öyle uzak durma!”
“Yok, amca, uzak durmuyorum.”
“Gel gel, bilirim seni ben!” derdi.
İri yarı oluşunu, o yaşında bile sağlıklı o halini neye borçluydu. Oysa
ben…
Uzak ilde yatılı okuyordum, kaldığım yurdun hallerinden miydi? Zorunluluktan
ucuz, yüzlerce öğrenciye bir karavanada pişirilen yemeklerden miydi bu halim?
Ancak böyle tatil günlerinde ev yemeklerini bulabiliyordum. Oysa yaşıtlarım,
burada ailesiyle birlikte kalan yaşıtlarım benden farklı mıydı? Ne de olsa
analarının dizi dibinde…
Bu amca ne çok konuşurdu. Dilinde hiç tüy bitmezdi. Bıkmadan, bazen daha
önce defalarca anlattığı gençlik hikâyelerine bir başlar, pir başlardı.
Durdurabilene aşk olsun! Bazen etrafına topladığı gençlerden bazıları muziplik
yapar, haydi daha fazla konuşturalım diye fısıldaşırlardı.
“Amca birinci dünya savaşında kaç yaşındaydın?”
“Çocuktum ama…”
İşte o zaman coşardı. Evinin önündeki ulu, yaşlı dut ağacının altına
oturur, esen yelde, hele birde ılık bahar gününde tatlı tatlı yel esiyorsa,
söze başladığında kendinden geçerdi. Bir tarihti adeta. Yaşıtlarından yaşayan
pek kimse kalmamıştı. Bu halinden olacak, hatıraları olmasa yaşayamazdı sanki.
Bana mı öyle gelirdi, doymak bilmez anlatma iştahı başka türlü nasıl
açıklanabilirdi. Bazen, çok nadir de olsa anlattıklarını not alsam mı diye
düşünürdüm ama çokta önemsemezdim. Zaten yazı yazmak için o kadar bol kâğıt
kalem var mıydı sanki o zamanlar. Derslerde bile sadece bir tane kalemimiz
olurdu, hele ki kalemi kaybet bir kere, işte o zaman halin haraptı. Böyle tatil
zamanlarında kâğıt kalem taşımak…
Hep hayrandım bu amcanın böyle sağlıklı oluşuna. Bir defasında
götürmüştü beni dağlara doğru. Bana yoldaş olursun, haydi ineklerin ardına
düşelim, çok aç kaldılar, ne zamandır yaylıma götürmedim onları, demişti.
Düşmüştüm peşine. Elde sopa, önümüzde dört inekle yürümüştük dağ bayır. Nasılda
yorulmuştum o gün öyle, hem onu dinlemekten hem de onca yolu yürümekten.
Sabahın köründe çıkmıştık yola, güneş henüz doğuyordu daha. Doğudaki uzak ulu
dağların dorukları turuncu bulutlarla kaplıydı, ortalık ala şafak sonrasıydı. O
gün öğlene kadar ne çok konuşmuştu. Bazen uzaklaşan ineklere hooo hoo diye
bağırır, elindeki sopayla havada daireler çizer, onları hizaya soktuktan sonra
bana döner, devam ederdi kaldığı yerden. Her daldan ne çok bilgisi vardı. En
çokta eski zamanlardan… İkinci Abdülhamit’ten girmiş, Fidel Castro’dan
çıkmıştı. Abdülhamit devrinde ben daha çok küçüktüm derken gözleri sanki çok
eski zamanlardan bir şeyleri arıyordu. Gözlerimin içine, derinlerine bakarken
devam etmişti.
“Biliyor musun, yokluk vardı savaş yıllarında, kıtlık, açlık ne zordur
bilemezsin. Çocukken hayvanlarımız daha çoktu, inekler, koyunlar… Köpeklerimiz
bile vardı, bekçilerimizdi onlar, şimdiki gibi makineler yoktu. Tilguba’da
yaşıyorduk o zamanlar, ovada. Fransız devrinden önceydi. Ne zamanki işgalciler
geldi, işte o zaman can güvenliğimiz hiç kalmadı, tarlayı takımı, her şeyi
bırakıp buraya, dağların eteklerine göçtük. İşte o zamanlar, işgalden, savaştan
önce şimdiki gibi bolluk olmasa da huzur vardı kendi içimizde.
Döndü, sevecenlikle bana bakarken sanki bir sır verir gibi fısıldadı usulca.
“Babam cin gibi bir adamdı, sağlıklı, gürbüz, deli fişek. Beş tane
avradı vardı, malum, erkek nüfus azdı.”
“Evet, amca,” dedim. “Ne kadar tuhaf bir duygu! Hiç tanımadığımız
birileri gelirdi çocukluğumda, işte bunlar Koçhisar’daki, bunlar Akarca’daki akrabalarınız
derlerdi, başka bir gün, başka bir yerdekiler sökün ederdi, hiç bitmezdi
akrabalarımız. Ne kadar çok çocuğu olmuş.”
“Tabi o akrabalardan yaşlılar ölünce yeni nesil gelmez oldu artık,
eskileri bilmeyince…”
Uzun boylu, iri yarı amca hınzırca gülümsedi.
“Babam var ya babam, cin gibiydi,” dedi. “Sadece bir şeye hayıflanırdı,
tabur kâtibinin kızını alamamış, hani konağını satın aldığı adamın kızını. Adam
vermem demiş. Ne de olsa külyutmaz biri, tabur kâtibi.”
Sessiz sakin onu dinliyordum merakla. Meğer büyük dedemin ne marifetleri
varmış öyle. Başka bir çağın insanı. Ovada insanların sıtmadan kırıldığı
zamanların, ferman padişahınsa dağlar bizimdir diyen Avşar beylerinin kılıçtan
geçirildikten sonra devlet eliyle yerleşik düzenin zorla sağlandığı zamanların
delifişek insanı…
“Tabur kâtibinin,” dedi, “kıt kanaat hatırlarım konaktaki günlerini. Her
şeyi sattı savdı adam, terk etti buraları. Babam yüzünden değil, öyle istedi.”
Duraladı amca, uzak dağların doruklarına baktı hüzünle. Gözleri ne
arıyordu?
“Babamın cinlikleri,” dedi, “saymakla bitmez evlat! Hele ki birisini hiç
unutamam. Çok uzun yıllar oldu, belki altmış, belki yetmiş sene. Çocuktum, eritilmiş
tereyağı içmeyi çok severdim. Cerede gördüğüm zaman hiç dayanamaz, dikerdim
kafama.”
Yüzüne baktım, öylesine iştahla anlatıyordu ki bir tuhaf oldum, cereden
eritilmiş tereyağı içmek, fazla yağlı yemek bile içimi bir tuhaf ederdi,
yiyemezdim. O devam etti.
“Ev nüfusu kalabalıktı ne de olsa. O kadar bolluk yoktu. Koca anam tadına
baktığımı fark etse bile sesini çıkarmazdı. O zamanlar şimdiki gibi makine
kokulu yağlar yoktu, koca anam yayık yayar, tereyağını ayırır, sonra onu ısıtıp
eritir, cerelerde saklardı, her şey doğaldı. Böyle bolluk olmuş neyime. İşte
benim bu huyumdan dolayı tereyağı sürekli eksiliyordu. Malum o kadar nüfusa
yemek lazım, başka yağ yok. Gel zaman, git zaman eksilen yağlar iyice sorun
olur oldu. Ne yapayım dayanamıyorum görünce. Babam evde esti, gürledi, koca anama
bağırıp çağırdı günlerce, bunu sen içiyorsun dedi bir gün, analıklarıma,
çocuklara bir sürü laflar etti ama bir türlü çözemedi meseleyi. Sonra bir süre
hiç sözü edilmez oldu bu konunun. Zamana bırakmış, gafil avlamak için. En
sonunda buldu ve tabi yaptı yapacağını.”
“Nasıl bulmuş,” dedim meraklı gözlerle.
Gözlerinin içi gülüyordu muzipçe. Ne de olsa babasının oğluydu, o da cin
gibiydi ve aşırı sinirliydi, bazen öfkesinden kudururdu. Öylesine sinirliydi ki
hakkında tuhaf hikâyeler anlatılırdı. Bir defasında tarla sürüyormuş, pulluk
bir ağaç köküne takılmış ve çekememiş hayvancık, zaten bakımsız ve yorgun
olunca. Bizimkisi basmış sopayı ama hayvan oralı bile değil, mecali yok tabi. O
öfke ile sen ne biçim hayvansın diyerek oracıkta boğazlamış hışımla, sinir
krizi geçirerek. Sonradan fark etmiş pulluğa takılan ağaç kökünü ama ne fayda.
“Nasıl mı buldu?” dedin.
“Evet!”
Gülmeye devam ediyordu ama yüzünde asılı kalan derin bir hüzün vardı
sanki.
“Cin gibi adamdan işte o zaman dersimi iyi aldım. Günlerce takip etmiş
herkesin tuvaletini.”
“Nasıl yani?” dedim, “herkes tuvaletini açığa mı yapıyordu?”
“Hayır, yanlış söyledim, herkes değil, çocuklarınkini. Bre yeğenim her
taraf bahçe o zamanlar, ev çok az, çocuklar nereyi bulursa orada görürlerdi
ihtiyaçlarını. Tuvalet bahçenin bir ucunda olurdu, şimdiki gibi evlerin içinde
değil. İşte o zaman, ben sürekli yağ içince tuvaletim de ona göre oluyor tabi.
Hep isal gibiydim, ötürük hiç bitmiyor, yağdan dolayı öyle olduğunu biliyordum
ama buradan yola çıkıp yağ içtiğimi bulacağını nereden aklıma getirebilirdim o
yaşımda.”
Güldü, gülüşü öylesine içtendi ki, hayran kaldım safiyetine.
“Ne yaptı sana o zaman amca?” dedim, “ne de olsa dedektif gibi günlerce
aramış.”
“Ne yapacak bre yeğenim!” derken
duraladı, sanki eski zamanlardan bir şeyler arıyordu. “Mehmet, senin bokun
yağlı duruyor, sen içiyorsun yağları,” dedi, sonra bir güzel dövdü.
Gözlerim ayrıldı, nereden ne sonuç çıkarmış diye iç geçirdim.
“Sakın ola ki bir daha herkesin olanı tek başına yiyip içme!” diye ekledi.
“Boynuma borç oldu, onca yıldır işte bu yüzden unutamadım onu.”
“Amca,” dedim sevecenlikle, “bu yüzden mi bu kadar sağlıklısın? Biliyor
musun, hani bir defasında birlikte dağa gitmiştik, inekleri götürmüştük, sen
hep anlatmış, hep yürümüştün. Yemen’e gidip geri dönemeyenlerin, tam geldim
dediği zaman bir ağacın altında uyuyup bir daha uyanamayanların, işgalci
Fransızların öykülerini anlatmıştın. İşte o gün, çok yoruldum amca, dönelim
demiştim de geri dönmüştük. O yürüyüş yüzünden hasta oldum, biliyor musun?”
“Bilmez olur muyum evlat, duydum bir hafta yattığını. Ben o gün aynı
yere öğleden sonra tekrar gittim, aynı yolları bir daha arşınladım. Ben hep
böyle yürüyemez isem çatlarım, ölürüm, başka türlü hayat olur mu?”
“Amca, maşallahın var, bu yaşta, böyle sağlıklı olmak ne güzel, dertsiz
tasasız dağ bayır gezmek...”
Güldü yine muzipçe. Gözlerinden hınzırlık akıyordu adeta. Ne diyeceği
belliydi sanki.
“Acı patlıcanı kırağı çalmaz bre yeğenim, şimdi her şey hormonlu oldu.
İnsanlar da…”
Kuşkuyla baktım hallerine.
“Baksana, taze inek sütünün, ondan çıkarılan tereyağının tansiyona, yok
bilmem neye zararlı olduğu söyleniyor her yerde. Çarşıda pazarda satılan makine
kokulu yağlar daha sağlıklıymış, yalanın bu kadarına pes doğrusu! Bizde
inandık. Bunlar yakında yumurtalara da laf ederler, baksana kuluçka makinesi
diye yeni bir icat çıkarmışlar.”
Yutkundum, olan bitenden, yürüyüş sonrası o hastalıktan sonra koskoca
adama ne diyebilirdim ki.
Şimdi ondan en az kırk yıl sonra, daha beter bu hormonlu tüketim çağında
onun o hallerini, sözlerini düşününce…
Haziran 2017
Yorumlar
Yorum Gönder