Minare bıçak bıçak

(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.)

 Günün hükmü tükenmiş, karanlık hoyratça oturmuştu başköşeye. Tırpanla biçilen başaklar gibi devriliyordu umut ve hayat. Ne olmuş, nasıl olmuştu da akmışlardı öyle derin, öyle güçlü. Ne zamandır yağmur yağıyordu usul usul. Sert rüzgârlar esmiyordu henüz. Sisler dağılmıştı, göz gözü görüyordu loş sokaklarda. Soğuktu hava. Siluetler yürüyordu ötelerde. Semtin arka sokaklarında kuytulara sinmişti insancıklar. Aç, hasta, umutsuz ve kahır dolu yüzlerini göstermiyorlardı yurdundan sürgün çocuklar. Tekinsizdi sokaklar. Yıkık, dökük, zamana ve hoyratlığa inatla direnen eski Rum evlerinde solgun ışıklar yanıyordu, perdelerin ardında belli belirsiz.
Köşede, eski kilisenin ötesinde bir grup belirdi. Ne yaptığını bilen, sokaklara hakim, kendine güvenli halleri ile benzemiyorlardı diğerlerine. Ellerinde dolu dolu poşetler ve daha başka eşyalar taşıyorlardı ağır ağır, hüzünle. Dertleri neydi o havada o saatte?
Ortada yürüyen kara derilinin gözleri ışıl ışıldı. Semtin eski sakinlerindendi. Vicdanı gözlerinin derinindeydi. Islak, cam gibi gözlerinin pınarları kururdu bazen. Kırık dökük evinin bir köşesi aynı zamanda iş yeriydi çok eskiden beri. Direngen haliyle en kötü zamanlarda bile hiç karamsarlığa kapılmaz, umut devşirirdi sevecen yüreğiyle. Afrikalı ataları kim bilir ne zaman kaçırılmıştı ana yurtlarından? Hangi Osmanlı paşasının konağında hizmetkâr olmuşlardı; tozlanmıştı, kül altında kalmıştı tarihi. Sakindi, sevecendi, zorbalara inat, ekmek ve gül dağıtırdı çaresizlere. Yalçın kayalara, sert rüzgârlara aldırmazdı. Türkçeden başka dil bilmezdi. Tek başına yetemediği anlarda dünyanın dört bir yanından renkleri, dilleri başka başka dostları vardı kendi gibi. Yıkıntıları onarır, gök kuşağının tüm renklerini yeryüzüne indirirlerdi, gülen, sevecen gözleriyle.
Durdu bir an.
“Arkadaşlar,” dedi, “bu evde çocuklar vardı.”
Sesi duymadı önde gidenler, yürümeye devam ettiler.
Terk edilmiş yıkık dökük evin camsız penceresine doğru yürüdüm, uzattım başımı. Loştu içerisi. Yağmurlarla ıslanmış duvarların arasında birbirine sokulmuş, beton zemindeki minderler üzerinde sarıp sarmalanmış, üşüyen yaşlı kadınlar, çocuklar oturuyordu, bazıları uzanmış yatıyordu. İçim ezildi hallerine. Ne kadar da bezgin ve çaresizdiler.
Döndü, kapının önünde durdu, içeriye bakındı kara derili.
“Dost, yemek yediniz mi?” diye seslendi.
“Yedik, başkalarına verin!” dedi, bozuk Türkçesiyle önde duran orta yaşlı, kara kuru adam. “Yorgan çok iyi oldu.”
Birisi hemen uzatmıştı yorganı, yağmurda daha fazla ıslanmasın diye.
“Allah sizden razı olsun!”
“Sağ olun, sizden de!”
Başını çevirdi, gidenlere baktı, tekrar odadakilere döndürdü yavaşça başını.
“Hoşça kalın, görüşürüz!”
Yutkundu diğeri, gözleri nemliydi, buğuluydu sesi.
“Hoşça kalın, kolay gelsin!”
Hızlandı, çarşı girişine varmak üzere olan gruba yetişmek için. Adımlarını sıklaştırdı, ferahlamıştı. Sanki kızgın çöllerde içini serinleten suyu bulmuştu. Ana caddeye ulaşınca sola döndüler, poşetleri ellerinde ilerlediler. Sonra sağa döndüler, her iki yanındaki dükkânları ile hareketliydi burası. Akşam telaşıyla koşuşturan insanlar, yeni gelenlere tuhaf tuhaf bakındılar. Yiyecek satan esnafların gözleri küçümseme ve nefret doluydu. Birçoğu işsiz, güçsüz, amaçsızca dolaşan, serseri kılıklı genç erkekler dudaklarını büzüştürdü, ne kadar da küçümser edayla bakınıyorlardı.
Sanki başka bir dünyadan gelmiş gibiydik, karmaşık duygulara kapıldığım sırada yanımdaki kara kuru, önceden pek görmediğim biri bana döndü, homurdandı usulca.
“Biliyor musun,” dedi, “mülteciler buraya akın edince fiyatlar ikiye katlandı, akbaba gibi bunlar!”
“Bir lokma ekmeğe muhtaç insanlar için bile ne kadar da acımasızlar,” dedim.
“Piyasa ekonomisi…”
Eski zamanların ahşap, cumbalı konaklarından bazıları yıkılmaya yüz tutmuştu, sanki ölmesini özellikle bekler gibi iri korkuluklarla korumaya alınmışlardı. Tek tük elden geçirilip otele dönüştürülenler de vardı. Kapısında tekinsiz tipler duruyor, etrafı gözlüyorlardı. Yoksulluğunu haykıran yoldan ilerledik usul usul. Yaz sıcağında yananlara serin gölgeler veren sarmaşıklar, bu caddenin bazı yerlerini tamamen örtüyor, etraftaki yorgun yüzlü insanlar, binalar, değen gözlere müthiş bir hüzün veriyordu. Eski zamanlardan bugüne gelinceye kadar tükenmiş, ölmeye yüz tutmuş gibiydiler, yaşanmışlık neler anlatmıyordu ki. Dönertaş sebiline ulaştığımızda ötelerden bir ses duyuldu:
“İşte bu cami! Yan tarafta dağıtalım arkadaşlar!”
Grup ilerledi, palmiyenin ötesinde duvar dibinde durdu. Yağmur iyice azalmıştı, ahmakıslatan cinsinden yavaş yavaş atıştırıyordu. Etrafta insancıklar bekleşiyordu, bezgin, umutsuz, yürek burkan halleriyle. Sokak diplerinde siluetler ilerliyordu usul usul.
“Arkadaşlar, kargaşa olmasın, düzeni güzel kuralım, iki koldan verelim.”
Birisi poşeti açtı, içindekileri dağıtmaya başlayacaktı yavaş yavaş. Bir kadın yaklaştı, aldı, umut devşirdi yerken, sevindi. Etraftakiler bize yöneldi, yıkık dökük bina içlerinde duranlar başlarını kaldırdı ne oluyor diye. Hemen oracıkta kısa sürede bir sürü aç insan birikti. Ne kadar da çoklardı. İki kuyruk iyice uzamaya başladı. Olacak gibi değildi. Dağıtan arkadaşlara bakındım. Bir şeyler yapmalıydım. Açtım poşeti, öncelik çocuklar olmak şartıyla dağıtacaktım pideleri. Bir sürü el uzandı önüme. Ne yapacağımı şaşırdım. Kısa sürede elimde birkaç tane kaldı. Başka bir arkadaş ayran dağıtıyordu hemen yanımda. Bir anda uzun boylu, kahır dolu, yetmişine merdiven dayamış bezgin bir adam belirdi önümde. Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Arapça bir şeyler konuştu. Anlamadım. İngilizce devam etti, biraz anlar gibi oldum. Tam da o sırada Kobani’li çevirmenimiz araya girdi, hüzünle konuşmaya başladı.
“Doktormuş,” dedi, “üç dil biliyormuş, ne hallere düştük, ne günlere kaldık diyor.”
Tarifsiz bir şeydi, alt üst oldum. Hayır, insanları mesleklerine, kariyerlerine, cins, milliyet ya da dinlerine göre sınıflandıranlardan nefret ederim. Şu hayatta tüm bu kötülükler, böyle anlayışlar yüzünden çıkmıyor mu? Nasıl söylesem ki… Sözcükler boğazıma diziliyor, nefes alamıyorum. İnsan insana tüm bunları nasıl yapar? Ne adına?
Yağmurlarla ıslanmış yaşlı bir kadın belirdi karanlığın içinde. Oyalı başörtüsü apaktı, tıpkı çocukluğumdan, kırk yıl öncesinden bana gülümseyen ninem gibiydi. Küçük bir kız çocuğunun elinden tutuyor, bezgin haliyle ayakta durmaya çalışıyordu. Çocuk öyle sevimliydi ki. En fazla altı yedi yaşlarındaydı. Üşüyordu. Ağlamaktan bitap düşmüş gözleri belli belirsiz görünüyordu. Arapça bir şeyler söyledi, yemek istiyor sandım, bitmişti elimdekiler, tüm dostlar da dağıtmıştı. Çocuğun o hali öyle dokundu ki içime. Eğildim ona doğru, göz göze geldim. Unutamam o gözbebeklerindeki çaresizliği, kahrı. Öyle derin, öyle mahzun ki. Ne günler görmüş, ne badireler atlatmış, ne acılar yaşamıştı o yaşında, kim bilir? Annesi, babası yaşıyor muydu? Doğruldum, yaşlı kadına döndüm, umutsuzca bir şeyler anlatmaya çalışıyordu hala. Bitti dedim, elimi cebime attım, tüm paramı kontrol ettim, verdim yarısını. Çok değildi, kalanı ile eve gidebilirdim. Aldı yaşlı kadın, sevindi ama sesini yükselterek hala bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Çevirmen arkadaş nerelere gitmişti? Yaşlı doktor İngilizce konuştu, başka bir şey vardı. Çevirmeni gördüm kalabalık arasında, geldi. Kadınla konuştu, anladı derdini.
“Çocuk aç değil, hasta diyor,” dedi.
Yaşlı ninenin gözleri ışıdı. Gözlerim buğulandı. Gözümün önünden çocuklar geçiyordu gaz lambasının loş ışığında oturan. Kızlar, oğlanlar sıcak sobanın yanına dizilmiş, elleri önlerindeydi, birisi parmağını ağzına götürüyor, oooo dedikten sonra ortadaki tüm ellerin üzerinde teker teker gezinirken tekerleme söylüyordu.
“… Halep yolu bin pazar / İçinde maymun gezer / Maymun beni korkuttu / Sağ kulağımı sarkıttı / Sağ kulağın sarkıla / Minareden asıla…”
“Hastaneye götürelim,” dedi biri.
Çocuk susuyor, hiç ses çıkarmıyordu. Yaşlı nine minnetle baktı. Kucakladı birisi çocuğu. Yürüdü caddeye doğru.
Ak saçlarını örten örtüler içindeki nur yüzlü nine kestane pişiriyor, sıcak sobanın yanındaki çocuk tekerleme söylemeye devam ediyordu, kadife gibi yumuşak sesiyle.
“… Minare bıçak bıçak / İçinde demir ocak / Demir ocağın kilidi / Bize gelen kim idi / Emmim oğlu Musa’cık / Elleri kolları kısacık / Çık / Çık / Çık”

Ocak 2017

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşar Kemal'in Sanat Anlayışı

Çolak Cahit ve Sivas Delikanlıları

Yaşar Kemal Romanının İzini Sürmek

Durakta Üç Kişi

Mustafa Kemal Atatürk

Son Gün

Yaşantının Gerçeğinden Yaratının Gerçeğine

İşkencecinin Resmi

Cinayetleri Gördük

NIKOLA TESLA