(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.) Hava soğuk, etraf buz kesmiş sanki. İnsanın içine işliyor ayaz. Bu havada vay ki vay fakir fukaranın haline! Sokak köpekleri bile sinmiş köşelere. Ağaçlar, kaldırımlar, kısmen arabalar, her yer beyaza kesmiş. Dünya bir boya çukuruna batırılıp çıkarılmış sanki. Sadece bazı yerlerinden damlamış zerrecikler, sulu çamurlar görünüyor. Ağaçlar bile ne biçim titreşiyor, kuşlar cıvıldaşmıyor. Yol her zamanki gibi tıkış tepiş, araçlarla dolu, ağır aksak ilerliyorlar, sabah telaşıyla insanlar işlerine gitmeye çalışıyor. Öteler, opera binasının oralar nasıldır kim bilir şimdi? Burası böyle olduktan sonra… Eh, ne de olsa otogarın keşmekeşi. Yenisini bir türlü bitiremediler. Her zaman içimi bunaltır burası. Yabansı bir edayla etrafına bakınan yeni gelenler, hüzünle el sallayarak gidenler, uzak diyarlardan gelen eş dostlarını karşılayanlar, ellerinde valizleriyle bekleşenler, onca kalabalığın arasında tepeden bakan gözleriyle etrafı kolaçan eden eli silahl...
“Yaşamak halk olmak, doğa olmak demektir. Yaşamak halkın ve doğanın sonsuzluğunda yaşamaktır. Bir sınıfın sınırında yaşamak insanı zenginleştirmez, fukaralaştırır. Bir öykünücüler içindeysen o temelsiz, ne idüğü belirsizlerdensen iyice fakirleşmişsin demektir. Yenilik arıyorlar birde, yeniliğe halkın ve doğanın sonsuzluğunda varılır,” diyen büyük ustanın bu sözleri belki de onun yaşamının, dünyaya bakışının özetidir. Yaşar Kemal, halka inelim, halka gidelim diyen ve İstanbul Türkçesini merkeze koyan Cumhuriyet aydınlarından çok başka bir yerde durur, Türkçenin tüm şivelerine eşit mesafededir, hepsini zenginlik sayar. Halkın seviyesine inelim diyenler, halka tepeden bakıp üstün olduklarını, beyinlerinin kıvrımlarındaki kibri de açık ederler, kendilerini her şeyin merkezine koyarlar, niyetlerini örtük dillendirseler de. Bu söylem erken dönem Cumhuriyet aydınının zihinsel dünyasını ele verir. Ancak her şeye rağmen onların en azından halka inmek, halka gitmek diye bir dertleri vardır...
Birinci Dünya Savaşının kırım yıllarında Yaşar Kemal’in ailesi Van'ın Muradiye ilçesinin Ernis (Arnes) köyünden göç yollarına savrulur. Savaş kapıya dayanmıştır. Top güllesi köyün içine düşer, Rus orduları gelmektedir. Köyün yanından akan Bendimahi adında bir çay ve burada bir köprü vardır, doğu yakasındadır. Bir anda yollara düşen insanlar köprüye sığamazlar, ortalık toz dumandır, insanlar birbirini kırmaktadır ancak yataklarını bıraktıktan ya da akarsuya attıktan sonra ilerleyebilirler. Bu sırada babasının dayı kızları Hazal ile Zübeyde el ele tutuşup ilerledikleri sırada bir şarapnel parçası gelir, kızların kollarını koparır, birinin sağ diğerinin sol kolu kopmuştur. Ortalıkta bir sürü ölü yaralı vardır, aşağı indikleri zaman aşiret reisi Gulihan bey babasını (babasının amcasıdır) çağırır ve “Sadık git, gölün kıyısında kayada oturan Hüseyin’i al gel” der. “Onu ancak sen getirebilirsin.” Hüseyin İstanbul’da okuyup tekrar Van'a dönmüştür, kara sevdalıdır, her s...
39 yıl önce 39 yaşında öldürülen Adana TİP İl Başkanı, Avukat, Şair Ceyhun Can ağabeyin anısına... Kurşun düşüyor beynime şimdi İri bir çiçek açıyor başımda kanım Kör bir kurşun işliyor kanımı şimdi Ceyhun Can Kapıdan başımı uzattığım zaman onları gördüm, içim sevinçle doldu. Masanın önünde oturan Halit elindeki dergiyi karıştırıyordu, başını önüne eğmiş, kulak kesilmiş bir halde. O masanın öbür yanındaydı, boynunu öne doğru uzatmıştı, bir şeyler anlatıyordu. Karşı pencereden giren tatlı esinti tülü havalandırıyor, egzoz homurtularını, sokağın gürültüsünü içeri dolduruyordu öğlenin bu saatinde. Adımlarımı atarken başımı salladım. “Merhabalar!” Hafifçe başını kaldırdı. “Merhaba!” Gözlerini kıstı, dudaklarında bir tebessüm oluştu. Saygıyla tekrar başımı salladım. Halit ayağa kalktı, elini uzattı, gülüyordu. “Merhaba!” dedi, “kaçak gelmiş, neredesin?” Hiç konuşmadım, sadece güldüm. Birkaç adım attığım zaman masanın önündeki koltuğa ulaştım...
Baskı 1: 1000 Adet, Mart 2015, Egeus Yayınevi Baskı 1: 2000 Adet, Ağustos 2017, Erasmus Yayınevi Bir gardiyan ilmiği açtı, genişletti, başından geçirip taktı boğazına. İşte o anda Deniz son sözlerini söyledi: Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm. On dakika geçti hala can vermedi. “Ne oluyor,” dedi avukatlar, “bu kadar uzun sürmemesi lazımdı.” Kontrol ettiler nabzını. Atıyordu. Çift ilmik atılmıştı, boğazını tam sıkmıyordu, kırk beş dakika sürdü işkence. Elli dakika sonra indirdiler sırım gibi genç fidanı, dağ gibi yenilmez devrimciyi. Sehpanın karşısında keyifle sigara içiyordu Ali Elverdi. Sadece küçükleri değil, tüm dağları o yaratmıştı sanki. Uzun yıllar sonra kayıtlara şöyle bir haber düştü: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi, “ye...
Yıllar önce, belki yirmi yıl önce Bornova büyük parkta görmüştüm onu. Bin operasyon günleriydi. Devlet terörünün dehşet saçtığı, katillerin cirit attığı, ölülerin bile kayıp edildiği, toplu mezarlara gömüldüğü zamanlardı. Adını çok iyi bilsem de gördüğüm insanın o olduğunu anlamamıştım. Yedi sekiz kişilerdi; Alime, Osman, Muammer aklımda kalanlar. Öylesine laflıyorlardı. Gündelik olaylardan konuşuyor, olan bitene kızıyor, yenilmiş olmanın, siyaseten müdahale edememenin ezikliğini yaşıyorlardı. Bir ara kızgınlıkla bir şeyler söyledi. Konuya dair bilmiş havalarda karşılık verdim, herhangi biri sanmıştım. Baktı belli belirsiz bir gülümsemeyle. Sanırım beni öğrenci sandı. Osman kulağıma fısıldadı, yutkundum, adını söylemişti. Ne zaman Nasuh Mitap adını duysam, bir yerlerde okusam; zamansız, boşlukta asılı gibi duran bir mekan, nerede olduğunu tam bilemediğim karanlık, soğuk hücreler aklıma gelir onunla birlikte. Benim gibi güneyde bir yerlerde Akdeniz esintileri ile büyü...
Hatay-Erzin'de doğdu. İlkokulu Erzin'de bitirdi, daha sonra okumak istemedi. Babası sepette yumurta, incik, boncuk satarak geçimlerini kıt kanaat sağlıyordu. Ailedeki bütün çocuklar gibi erken yaşta çalışmaya başladı. Devrimci düşüncelerle ilk gençlik yıllarında tanıştı, mücadeleye Devrimci Yol örgütlülüğünde katıldı. 12 Eylül 1980 Faşist Askeri Darbesinden hemen sonra tutuklandı, işkencelerde asla taviz vermedi. Serbest bırakılınca askere gitti. Zonguldak Ereğli'de askerliğini yaparken gözaltına alındı. Yirmi üç gün süren gözaltında işkenceyle katledildi. Erzin ilçesinde toprağa verildi. Bir zamanlar Erzin'e taşınmış, çok fakir, kalabalık bir Kürt ailesinin çocuğudur. Okula gitmekten yana pek hevesli değildir ama anlatılanları can kulağıyla dinler, bilgiye susamışlığı hemen fark edilir. Kıt kanat geçinen ailesine katkıda bulunmak için ailedeki bütün çocuklar erken yaşta çalışmaya başlar. En büyük ağabeyinin kiraladığı moto...
(Bu öykü bu sayıda yayınlanmıştır.) Gülden Şener’in anısına… Bahçenin köşesinde, ağacın altında duruyordum her zamanki gibi. Sessiz sakin. Yazgıma yanarak. Hiç beklemiyordum onu. Böyle olacağını bilemezdim. Ne oldu, nasıl oldu anlayamadım. Yağmur yağmıyordu, yapraklar savruluyordu rüzgârda. Nasıl söylesem, yine yeniden her zamanki gibi bir gündü. Hazan mevsiminde birer ikişer ortadan kaybolan, bir daha haber alınamayan insanların hazin öyküleri ortalıkta dolaşıyor, iç burkuyordu. Hüzünlü bir sonbahardı. Nereden bilebilirdim böyle bir şey olacağını. Hızla geldi, telaşlı gibiydi ama belli etmiyordu. Küçük, hızlı adımlar atıyor, arada bir etrafını kolaçan ediyordu. Sanki bir şeyler gizliyor, gizli kapaklı işler yapıyordu. Tahta kapının önüne gelince yavaşladı, yavaşça itti kapıyı. Dikmesine lastikle tutturulmuş kapı gıcırtıyla açıldı. Avludaki serçeler havalandı o anda. Yavaş adımlar atarak bana doğru gelmeye başladı. Ürkekti sanki. Sezgileri açıktı belli ki. Her adım atı...
O eski tabelayı son anda fark etmiştik, halbuki kaç kişiye sormuştuk yol bulmak için. Ana yoldan sapıp, sanki yirmi beş yıl öncesinde donup kalmış, terk edilmiş gibi duran o toprak yola girdiğimizde nasılda hüzünlenmiştik hep beraber. Birden başka bir dünyaya mı geçmiştik, bize mi öyle gelmişti, bir mekan ancak bu kadar anlatırdı başından geçenleri; sanki her şeyin üzerine sinmişti, onca yaşanmışlık, zulüm günlerindeki onca eziyet. Belki de o yüzdendi saflığı, direngenliği, temiz kalmışlığı oraların. O yoldan geçip denizin kıyısına ulaştığımız zaman her şeyin ilmik ilmik yeniden örülmekte olduğunu görünce biraz olsun toparlanmış, nefes almış, buruk bir sevinçle eski dostların arasına karışmıştık. İşte orada, son defa Gönen’de, DİSK’in Kemal Türkler tesislerinde görmüştüm seni. Ya da daha önce görmüş müydüm? Orada sessiz, sakin oturuyor, henüz gelmekte olanlara bakıyordun, yanındakilerle birlikte. Tanıdık gibiydi yüzün. Yoksa kim olduğunu bilmeden eski zamanlarda, öğrencili...
Sesini Kaybetmeyen Şair Sayfalar dolusu yazılara birkaç mısra ile yanıt verince daha etkili olan, dünyanın dört bir yanında onlarca dile çevrilen şiirlerin yazarı, büyük usta Nazım Hikmet'e dair çok sözler edildi, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında çeşitli dillerde pek çok şey yazıldı, çizildi. Yakın dostlarının, yoldaşlarının anlatımlarının yanı sıra düşmanları da koro halinde ona dair çok şey söylediler, gazete köşelerinde hakaret eden pek çok yazıcının bugün adını bile hatırlayan yok ama o dev gibi duruyor hala, can düşmanları bile göstermelik olsa da ona övgüler dizmek zorunda kalıyor. Bu haliyle onun edebiyatını ve kişiliğini anlatmak için ne söylesek yetersiz kalacaktır. Nazım Hikmet’ten kesitler sunulan bu kitapta esas olarak albüm, gazete ve dergilerde yayınlanmış karikatür, röportaj, gezi notları, makale, belge, haber ve yorumlar bir araya getirilmiş, bu yapılırken dönemin ruhu verilmeye çalışılmıştır. Mehmet Emin, Abdülhak Hamid, Yahya Kemal, Peyami Safa, Ahmet Haşi...
Yorumlar
Yorum Gönder